İstanbul seçiminin 23 Haziran’da tamamlanmasıyla uzun süredir ülke gündemini meşgul eden yerel seçim maratonu sona erdi. Seçimlerin sonuçlarına ilişkin siyasal ve sosyolojik tartışmalar ise kolay kolay bitecek gibi görünmüyor. Aslında bunların birçoğu 31 Mart’ın ardından da yapılmıştı ve 23 Haziran’da AKP aleyhine çıkan sonuç, değerlendirmeleri büyük oranda boşa düşürmedi. Ancak Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım […]

Sosyolog Dr. Yavuz Çobanoğlu: Bugün olsa başkanlık geçmez

İstanbul seçiminin 23 Haziran’da tamamlanmasıyla uzun süredir ülke gündemini meşgul eden yerel seçim maratonu sona erdi. Seçimlerin sonuçlarına ilişkin siyasal ve sosyolojik tartışmalar ise kolay kolay bitecek gibi görünmüyor. Aslında bunların birçoğu 31 Mart’ın ardından da yapılmıştı ve 23 Haziran’da AKP aleyhine çıkan sonuç, değerlendirmeleri büyük oranda boşa düşürmedi. Ancak Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasındaki büyük oy farkı, ilk etabın gösterdiğinin de ötesinde bazı değişimlere işaret ediyor. “AKP’deki denge ve kitle kaybı sanılandan da büyük olabilir mi? İstanbul’un ilçelerinde muhalefetin üstünlüğü ele geçirmesi siyasetin geleceği açısından ne anlama geliyor? İktidar bloku önümüzdeki süreçte bu gerilemeyi durdurabilecek kapasiteye sahip mi?” gibi sorular bugünlerde oldukça popüler…

Politik Muhabbetler’de bu hafta Sosyolog Dr. Yavuz Çobanoğlu ile yerel seçimleri İstanbul’daki sandık düellosunu merkez alarak okumak istedik.  Çobanoğlu, ülkenin büyüyen problemleri karşısında “Yaparsa Ak Parti yapar” gibi sloganların karşılık bulmadığını söylüyor ve ekliyor: “Kitleler belki bir süreliğine dinsellikle, milliyetçilikle terbiye edilebilir ama yönetilemez. İşte o aşamaya geçtik artık…”

>> Tekrarlanan İstanbul seçimi, 23 Haziran’da AKP’ye büyük bir yenilgi yaşattı. İlk seçimde İmamoğlu lehine 13 bin olan oy farkı, ikinci seçimde 800 binler seviyesine çıktı ve iki aday arasında yüzde 9’luk bir mesafe meydana geldi. Sizce 31 Mart ile 23 Haziran arasında neler yaşandı da toplum bu yönde bir reaksiyon gösterdi? Seçmen hangi saiklerle hareket etti?

Şimdi, 31 Mart’tan 23 Haziran’a kadar geçen sürede iktidar, YSK ve yargı üçgeninde yapılan ve AKP’nin aleyhine gelişen pek çok hata sıralanabilir. Günlerce olur olmaz mazeretlerle tekrar tekrar sayılan oylar var. Mazbatayı önce verme, sonra geri alma. Verilen oyların hiçe sayılmasına karşı duyulan öfke de böylelikle kitleselleşti… Hiçbir karşılığı ve inandırıcılığı olmayan “çaldılar” iddiası var. Sanki ilk defa yaşanıyormuş, sanki o kurulların onayını seçimden önce YSK vermemiş gibi kamu görevlisi olmayan sandık kurulu başkan ve üyelerinin seçimde görevlendirilmesi gibi zorlama bir kararla seçimin iptal edilmesi var. Üstelik aynı zarfın içerisinde kullanılan oylardan, üçünün kabul edilip sadece Büyükşehir Belediye Başkanlığı Seçimi’nin iptal edilmesi şeklinde bir fiyaskoya da sahibiz. Tabii aynı listeye belediyeye ait verilerin kopyalanması gibi sıradan bir işe, seni çalıştırmayız mesajıyla yargının müdahil olması da eklenebilir.

Fakat bence en önemli iki etkenden ilki 17 yıllık AKP iktidarını ilk kez yenilgiye uğratacak olmanın motivasyonu, ikincisi de “mağdur”la kurulan duygusal bağ şeklinde ele alınmalı. İnsanlar bilhassa bu seçimde, İstanbul’u kaybetmek istemediği her halinden belli olan Erdoğan ve AKP’yi hüsrana uğratmak için fazladan bir motivasyona sahip oldular. Elindeki her çeşit güce karşı onların da yenilebileceğini ispat etmek istediler. Bu da oy farkının açılmasında önemli oldu. Dahası ülke insanı olarak bizler mağdur olanı daima severiz, çünkü hepimiz mağduruz. Ben bu yaşıma kadar “mağdur” olmayan hiç kimseyle karşılaşmadım, asla bulmak mümkün değil. Bazıları iktidardayken bile “mağdur” ise gerisini artık siz düşünün… Tabii bu mağduriyeti kazıdığınızda arkasından derin bir duygusallık da ortaya çıkıyor. Çünkü genel itibarıyla Türkiye’de seçmenlerin oy verirken yola çıktığı temel güdü, duygularıdır. Duygularına güvenir, zira onlara “duygularının asla yanılmayacağı” bir yerlerde öğretilmiştir. İşte tüm seçim süreci boyunca Ekrem İmamoğlu’nun asıl başarısı, her kesimden insanın duygularıyla hızlı ve samimi bir bağ kurabilmesinde, herkes gürlerken sakin kalabilmesinde yatıyor. Beğenirsiniz beğenmezsiniz, eleştirirsiniz bilemiyorum ama duygulara dokunabildiği kesin. İşte, tüm muhalefet senelerce kendisini toparlayacak bir isim ararken, üç ayda yeni bir lider doğdu, bu hiç de kolay bir şey değil.

Şunu da bir ek olarak söylemezsek yarım kalacak, uzun zamandır kitleleri ardından götürecek orijinal bir slogana muhtaç kalan muhalefet, bir çocuğun ağzından çıkan “her şey çok güzel olacak Ekrem Abi” cümlesinde aradığını da nihayet buldu. Slogan sosyal medya başta olmak üzere tüm iletişim kanallarında yayıldı, coşkuyla benimsendi ve kitleselleşti. Seçimin bir galibi de artık bu slogandır.

SEÇİMDEKİ OY GEÇİŞLERİ PARTİ MERKEZLİ DEĞİL

>> AKP’nin güçlü olduğu Fatih, Sancaktepe ve Üsküdar gibi ilçelerde Ekrem İmamoğlu, Binali Yıldırım’ı geride bıraktı. AKP ile CHP arasındaki oy geçişkenliği Türkiye siyasetinde çok aşina olduğumuz bir durum değil. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu devamı gelebilecek bir seçmen davranışı mı?

Oralardaki durumun parti merkezli bir geçiş olduğunu sanmıyorum. Etkilerinin ne olacağı, kalıcı olup olmadığını da zaten zaman gösterecek. Bu ilçeler başta olmak üzere tüm İstanbul’da seçmen esasen İmamoğlu özelinde kişiye oy verdi. Dikkat ederseniz son düzlükte tüm siyasiler ve bütün havuz medyası İmamoğlu’nun adını anmayı bırakıp sadece “CHP Adayı” diyorlardı. Yıllarca her türlü ortamda ısrarla vurgulanan CHP’ye dair olumsuz imajları zihinlerde geri çağırmak istediler, İmamoğlu adının yarattığı güçlü popülariteyi kırmayı umdular ama olmadı. Tabii burada başka bir şey daha var, çünkü kişilere göre oy vermenin demokrasiyle ilişkisi bağlamında düşündüğümüzde işler birden karışıyor. Yani ülkede olan bitenler, asıl sorun ve gerçeklikler bir kenarda dururken, kişinin karizması, sadece o olduğu ya da duygusal olarak seçmenleri etkilediği için oy vermek, ülke demokrasinin geleceği açısından üzerinde dikkatle durulması gereken bir konu. Sonra duygulara hitap edenin kazandığı bir demokrasinin ne derece kökleşeceğini ve bu tutumun bizleri nereye götüreceğini hep birlikte oturur izleriz.

>> Havuz medyası demişken, AKP’nin sözcülüğünü yapan medya organlarının etkinliği hakkında ne düşünüyorsunuz? İktidarın medyanın yüzde 90’ını kontrol etmesi, toplumsal zeminde ona meşruiyet kazandırabiliyor mu?

AKP seçmeninin genel itibarıyla TV izlediği hep söylene bir şey. Televizyonlar söz konusu olduğunda da ulusal ya da yerel kanalların neredeyse tamamı, iktidara yaslanmış durumda. AKP, bu bakımdan kendi kitlesinin önemli bir oranını pekiştirebiliyor. Lakin hem bu kanalların izlenme hem de TV izleme oranları yıldan yıla düşmekte. Özellikle alttan gelen yeni nesiller, TV’den uzaklar, tüm boş zamanlarını ya internet üzerinden film, dizi izleyerek ya da sosyal medyada geçirdikleri görülüyor. Bu gelişme de bizlere TV’lerin yakın zamanda etkinliklerinin azalacağını gösteriyor. Tabii seçmen kitlesinin önemli bölümü televizyon üzerinden bir arada tutan partiler düşünmeli bu yeni gelişmeyi.

Diğer sorunuza gelirsek, benim meşruiyetten anladığım, bambaşka bir durumun adı, öyle TV yayıncılığıyla falan kazanılmaz, günlük bir şey de değildir. Fakat tabii burada başka bir şey var, iktidarın medyayı, medyayı burada en geniş anlamıyla kullanıyorum, büyük oranda kontrol etmesi uygulanan tüm politikalar adına kamuoyu desteği almasına, kitlelerin rıza göstermesine, manipüle edilecek belli meselelerde de kamuoyu oluşturulmasına sebep oluyor, medyanın böyle güçlü bir etkinliği var işte… Tamam tüm bu uygulamalar kitleler nezdinde birden “meşru” hâle getiriliyor, kabul ama bu hızlı “meşruiyetlerin” ömrü pek uzun olmuyor. Burada en başta seçmenlerin toplumsal hafızaları güçlü ve bilgili olmaları gerekmekte, tabi bu da bambaşka sorulara kapı aralamakta…

>> Erdoğan daha önce “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” demişti. İstanbul hem Erdoğan’ın siyasi kariyeri hem de AKP açısından oldukça kritik bir öneme sahip. İstanbul gibi bir simge şehri kaybetmek, siyasal İslamcılık için travmaya dönüşebilir mi?

Erdoğan’ın beka söylemine teyellediği ve kendi kitlesini bir arada tutmak için söylediği cümlelerden birisi, seçim geride kaldı ve söylenenler de tabii ki… Tahmin ediyorum ki, İBB’nin kaybedilmesinin Erdoğan’ın siyasi kariyeri açısından kritik öneme sahip olması merkez medyanın TV’deki seçim programlarından etrafa yayılan popüler tespitlerden birisi. Zira 19 yıldır televizyon izlemediğim halde, sosyal medya aracılığıyla farklı kişilerin öngörüleri olarak benim bile önüme düştü. Bir kere bu söylem, bir siyasi aktörün bütün kariyerinin olası bitişini, bir tek seçime bağlaması bakımından problemli; dahası, eğer Erdoğan bundan sonraki seçimlerde kaybeder ya da oyu düşerse, hemen herkesin aklına İstanbul seçimiyle çekilen tarihsel çizgi gelecek ve hızla oraya dönülecek. Bu yönüyle böylesi bir yorum, tarihin ve gerçekliğin, yüzeysel anlatımıdır, popüler bir medya dilidir ve gerçekliklerden uzaklaştırıcı ideolojik etkilere sahiptir. Çünkü tarih, çizgi çekilecek sabit bir nokta değildir. Döngüseldir, düz değil döngüsel olarak yol alır. Düzlük, asla geri dönülemez pozitivist bir tarih anlayışını zihinlere imgelerken, döngüsellik deneyimleriyle yol alan ve tekrar aynı yerden ama farklı aktörlerle geçen bir tarih anlayışının ifadesidir. Döngüsellikte gerçekleşen olaylar, öncesi ve sonrasındaki bir takım sosyal, tarihsel gelişmelerin sonucunda şekillenir.

Ne yani I. Dünya Savaşı’nı başlatan, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu Veliahdı ve eşinin Saraybosna ziyaretleri sırasında bir Sırp milliyetçileri tarafından öldürülmesi midir? Bu suikast olmasa, savaş çıkmayacak mıydı? Tarihin bir çöp tenekesi olmadığı gibi, oraya böyle sabit noktalar da atılamaz. Sabit nokta arayışına girdiğinizde, asıl nedenleri buharlaştırırsınız ki bu da gerçekliği bozma, gizleme yoludur ve ideolojiktir. Hatta Marx bunu ünlü eseri Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabındaki o meşhur cümlesiyle “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine çöker” diyerek açıklar. Bu sebeple, bu seçimin kimi nereye götüreceği, kimin siyasi kariyerini nasıl etkileyeceği bir seçim üzerinden değil, bundan önce olan ve bundan sonra gerçekleşecek olayların, alana yeni katılan aktörler ve mevcut siyasal ekonomik gelişmeler çerçevesinde analitik biçimde ele alınmasıyla değerlendirilebilir. 22 Haziran’da “yeni bir lider doğuyor” denilen Muharrem İnce’yi düşünün, bir de 24 Haziran’da ne olduğunu anımsayın. Medya ve internet çağında bir günde yükselip, bir gecede düşebilirsiniz.

Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek, 31 Mart’tan sonra sosyal medyada bir video yayılmıştı. Videoda bir kız çocuğu “İstanbul’u kaybettik” diye hüngür hüngür ağlıyordu ve annesi de ona “Fetih Suresi’ni oku, belki geri döner” diyordu. Yani ufacık bir çocuğu bile, bir belediye seçimi için böylesine güdüleyebilen bir düşünceyle karşı karşıyayız. Bu yüzden İslamcılığa, öncelikle, travmalardan beslenen ideolojik bir düşünce biçimi olarak bakmalıyız. Travmalar, mağlubiyetler neredeyse bu düşünce şeklinin besinidir. Bu yüzden seçimi kaybetme, bu kesim için bir süre sonra taze bir motivasyon sağlama aracına dönüşecektir. Çünkü İslamcılık için İstanbul sadece bir şehir değil, daha fazlası olarak peygamberin müjdelediği, vaatte bulunduğu bir şehir. Bu da orayı ulvi amaçlar etrafında örgütlüyor. Mücadelenin bırakılması ya da gevşemesi, imanın, inancın azalması olacağından İmamoğlu’nun kazanması, bir bakıma İslamcıların kendi mücadele güçleri için enerji toplamanın yolu olacaktır.

SEÇİM KAYBETMEK, AKP İÇİN HAYATİ ÖNEMDE

>> Seçimdeki gerileyiş, hâlâ AKP’li olan tabanda moral bozukluğuna ve hem maddi hem de manevi olarak bulunulan yeri sorgulamaya yol açmaz mı yani?

Evet, bir silkinme yaratacağı muhakkak, çünkü bu kesimde seçim yitirmek alışkın olunan bir durum değil. Fakat o silkinmenin içeriğinin ne olduğu önemli. Bu bir sorgulamaya gider mi bilinmez. Böyle söylüyorum, çünkü kitle genel itibarıyla bir özeleştiri yapmaktan ziyade başkalarını suçlamaya meyilli bir kültürel tavra sahip. Üstelik seçim kaybetmek, AKP tabanında başka partilerde olmadığı kadar hayati anlamlar taşıyor. Öyle insanlar var ki, rüyalarında bile göremeyecekleri makamları, koltukları işgal ediyorlar, zira vasatlık bu rejimin temel niteliklerinden birisi… Eğer bir rejim niteliği değil de biatı geçer paye olarak ele almışsa ve kadrolarını da buna uygun olarak kurmuşsa, oradan bir manevi sorgulama çıkmaz. Belki maddi bir sorgulama çıkar o da bulunulan yerlere daha sıkı sarılmakla, kişisel istikbal kaygılarıyla önüne geleni suçlamakla falan sonuçlanır. Dahası gönüllü kulluğun makbul görüldüğü bir ülkede “birey olamama” gibi bir problem de yaygınken, işler iyice içerisinden çıkılmaz bir hal alıyor.

>> Bu noktada şu meseleye de değinelim: Sandık sonuçlarını tanımamak, daha önce varını yoğunu ‘milli irade’ üzerinden açıklayan bir siyasal hareket için ne anlama geliyor? AKP bir anlamda kendi hikâyesinin altını boşaltmış olmadı mı? Öte yandan aldığı ağır yara, bundan sonra toplumla kurduğu siyasal iletişimi nasıl etkileyebilir?

Sandık sonuçlarını tanımamak, bu siyasi gelenek için yabancı bir durum değil ki… 1954 Milletvekili Seçimleri’nde Osman Bölükbaşı’nı seçen Kırşehir’in zamanın Başbakanı Adnan Menderes tarafından ilçe yapılmasından tutun da seçmen iradesi sonucu verilen oylarla seçilen milletvekili ve belediye başkanlarının hemen hemen her dönem hapsedilmesine kadar pek çok örnek bizlere, milli irade denilen kavramın içeriğinin sadece muktedirler tarafından doldurulduğunu gösteriyor. Burada bir irade var ama öyle görünüyor ki, bir tek “milli”si makbul. Zira 1950’lerden beri “Yeter Söz Milletindir” ile başlayıp gelen bu kavram, “millet” adıyla çerçeveli bir tasavvurun seçimler aracılığıyla bir irade kullandığı iddiasına dayanıyor. Lakin işe bakın ki, sadece iradenin makbulü “milli” olarak kabul görürken, başkaları daima “hain”, “zillet” oluyor. Bu bakımdan bahsettiğiniz hikâyenin altı, hep boştu, hatta hiç dolmadı. Geçmişi ve bugünüyle Türk politik kültürü ve o kültürün tüm aktörleri, kendileri dışında cereyan eden/ettiklerini düşündükleri hiçbir iradeyi, hiçbir zaman meşru görmediler. Örneğin aksi açıdan da ele alındığında, muhalefet seçmenlerinin de AKP’ye verilen oyların meşruiyetini “nasıl değerlendirdiğine” bakmak için sosyal medyada kısa bir gezinti yapmak bile bir fikir verebilir. Bu sebeple sorunuzda bahsi geçen o “ağır yara” aslında mevcut değil, en azından sorunuz özelinde, AKP’nin kendi seçmen kitlesi üzerinde böyle bir eksiklenme yok. Dolayısıyla bundan sonra kurulacak siyasal iletişimde de bir tuhaflık görülmeyecek. Zira dışlama ve reddetme bu ülkede, politik kültürel bir “normallik”, bir gereklilik gibi görülmekte. Demokratiklik görüntüsünün devamı adına reddederek kabul etmeye çalışmak gibi garip bir tutum politik alanda egemen. Bunun kökenleri de ülkenin kadim geçmişinden getirdiği zihniyet biçimlerinde aranabilir.

>> Bazı dini cemaatlerin ve derneklerin yıllardır İBB tarafından desteklendikleri biliniyor. İmamoğlu ise bu işin son bulacağını vadetmişti. Bu yapıların örgütlenme mantığı ve hareket anlayışı üzerinden bakıldığında, eskiye oranla belediye imkânlarından yoksun kalmaları, önümüzdeki dönemde toplumsal etkinlikleri açısından nasıl bir fark yaratabilir?

Eğer bu tür imkânlardan mahrum kalırlarsa, ufak bir fark olacaktır evet… Çünkü İstanbul’daki cemaat, dernek ya da vakıfları bundan sonra ilgilendiren asıl mesele, kaynakların dağıtılması konusu olacak. Maddi imkânlardan uzak kalma, hele ki bu kadar bağımlılıktan sonra, örgütlenme, etkinlik düzenleme, burs verme, eğitim vb. açılardan bu yapıları bir miktar zorlayacaktır. Fakat kaynaklardan yararlanmayı politik iktidar ve hatta ilçe belediyeleri üzerinden devam ettirebilme imkânları hâlâ mümkün. Her şey bir yana, kurdukları geniş çaplı bağış ağları var. 80’li, 90’lı yıllardaki esnaf, küçük sermayedar mücahitler artık yok, büyük sermaye gruplarının sahibi iş insanlarıyla doldu çevreleri. Hani “Mücahitler, müteahhit oldu” deniyor ya işte öyle… Dolayısıyla İBB desteği alamasalar bile, değişen çok şey olmayacaktır. Hatta bu durumdan, yine politik bir “mağduriyet” devşirilme ihtimali de aynı gruplar nezdinde heyecan verici bile olabilir.

AKP’NİN SLOGANLARI ARTIK TUTMUYOR

>> Biraz da ülke geneline yönelirsek; bütünüyle devletleşen ve sınırsız olanaklara sahip AKP’nin, tüm bu gücüne rağmen Türkiye’nin üç büyükşehrini kaybetmesi ve kalesi olarak kabul edilen kentlerde de ciddi oy kayıpları yaşaması, sosyolojik zeminde ne anlama geliyor?

Zor soru… Ben bu durumu öncelikle iktidar politikalarının tıkanmışlığı, başarısızlığı ve fakirliğiyle açıklamanın doğru olacağına inanıyorum. Zaten bir sonraki asıl açıklama da sermaye birikimindeki tükeniş olacak.

Politikalar tıkandı, çünkü 17 yılın ardından söyleyecek yeni bir şey, vaat edecek taze bir hayal kalmadı. Sürekli olarak geleceğe yönelik eski ve gerçekleştirilememiş vaatler etrafta dönüp durmakta. Dahası bir yandan neye karşılık geleceği belli olmayan projelerle devlet borçlandırılırken, diğer taraftan büyük bir kitlenin sürekli geçici işlerde çalıştırılarak sisteme eklemlenme uğraşı var. Örneğin, dokuz aylık geçici bir işe girmişim, nasıl gelecek planı yapabilirim ki? Bu sebeple her seçime “Yaparsa Ak Parti yapar” gibi bir sloganlar giriyorlar ama artık tutmuyor. Bunca sene, hem de tek parti olarak, her türlü imkânı arkalarına alıp olumsuzluklardan sorumlu olmamak metafiziği de çöktü. Her kötülüğü ona yükleyemezsiniz ki, İnönü’nün de bir limiti var.

Politikalar başarısız, çünkü eğitimden, ekonomiye, sağlığa ve dış politikaya kadar pek çok alanda yapılanlar ortada… Hiçbir öğrenci okula başladığı eğitim sistemiyle mezun olamıyor. İşsizlik zirvede; üniversite mezunu işsizlerde dünya lideriyiz; son bir yılda bile temel gıda maddelerindeki fiyat artışı korkunç oranlarda; son beş altı ayda ekonomik nedenlerle kendini yakarak veya asarak intihar edenler, acaba ilgi çekmeye mi çalışıyorlar; TL’nin yabancı para birimlerine karşı durumu malum… Sağlık neredeyse tamamen özelleşti, paran yoksa bitiksin. Dış politikada “sıfır sorun” diye çıkılan yolun sonunda gelinen nokta ortada.

Politika fakir, çünkü dinsellik, yerli ve millilik, beka vb. söylemler özellikle genç kesimde artık büyüsünü yitiriyor. Politik patronaj ve nepotizmin, hatırı sayılır bir öfkeye yol açtığı da başka bir gerçek. Kahvehanelerin atanmayan öğretmenlerle dolu olduğu bir ülkede, “500 bin istihdam sağlayacağız” cümlesinin bir etkisi yok. Üç lira minibüs parası vermemek için akşam iş dönüşü 6-7 km eve yürüyen insanları ülkenin dünyanın en büyük havalimanına sahip olması da artık ilgilendirmiyor. İstediği web sayfasına özgürce giremeyen gençler, bedava interneti ne yapsın? Sermayedarların istekleri doğrultusunda tüm kamu malları elden çıkarıldı. İnsanlar kamuda da istihdam edilemiyor, sınırlı sayıdaki alımlarda da KPSS birincisi olsa bile mülakatta eleniyorsun. Kitleler belki bir süreliğine dinsellikle, milliyetçilikle terbiye edilebilir ama yönetilemez. İşte o aşamaya geçtik artık…

Daha çok şey söylenebilir ama bu ve benzeri pek çok etken, AKP’nin son seçimlerde oy kaybına uğramasına sebep oldu. Fakat asıl meseleye gelirsek, AKP’nin bugüne kadarki başarılarından birisi de farklı sınıflardan insanları irili ufaklı menfaatler etrafında toplayabilmesiydi. Bugün o menfaatler ya ortadan kalkmış ya da değeri azalmış durumda. Daha yeni TCMB “Yedek Akçesi”nin bütçeye aktarılmasıyla ilgili düzenlemeyi Meclis’e yollandı. Bu aslında, vaziyetin vahametini net biçimde gözler önüne seriyor. Mevcut rejim sahip olduğu sermaye birikimini tüketti, kendisinden paylaşım bekleyen bağımlı kesimler için yerine koyacak yeni bir birikime de sahip değil. Bu yüzden de farklı sınıflarla ve çıkar ortaklığına dayalı olarak kurduğu sermaye rejimi artık bozulmakta. Ekonomik krizle başlayan gelişmeler, seçimler aracılığıyla siyasi krize doğru yöneldi ve öyle görünüyor ki, bu aynen devam edecek. Bugüne kadar din kardeşliğiyle (ideolojik olan yönü de bu zaten) kamufle edilen çıkar çatışmaları, sermaye birikiminin, malların bölüşümü de denebilir, tükenmesiyle iyice su yüzüne çıktı. Başkalarını ekonomik imkânlardan uzak tutma konusunda yapılan suskun mutabakat, denizin tükenmesiyle İslamcıyı, bir başka İslamcıya karşı keskin biçimde ve doğrudan rakip haline getirdi. Şimdi her alanda, koltukta ve her birikim adına, iç mücadele zamanı…

“İslamcılar neden suskun?” diye soruluyordu ya hep, sebebi bu mal bölüşümündeki suskun mutabakattı. Susmalarını sağlıyordu. Buradaki artı ürün azalınca, suskunluk da mutabakat da sona erdi. Bakın yavaş yavaş seslerini yükseltmeye başladılar ve bu ilk kez 2019 seçimlerine yansıdı. Bizin dışarıdan tespit edebildiklerimiz de sadece bir kısmı, “kol kırılır, yen içinde kalır” geleneğinden geldiklerine göre, içerilerde daha neler olup bitiyor kim bilir. Hatta oylardaki çözülme bu cenahta iştah kabarmış olacak ki, buradaki küskün kesimleri yeni bir heyecanla toparlamaya aday bir partinin kurulma haberlerini işitmeye başladık. Politik iktidarın bunlara karşı geliştirdiği tek refleks ise politika ve söylemlerini daha da sertleştirmek oldu. Her alanda bir açmaz içerisine düştüler ki çok fena, yeni rejim tıkandı. Artık bir gelenek haline gelen seçimler de çare değil ve aynı şartlar devam ettiği müddetçe oy kaybı da sürecek gibi görünüyor.

>> Türkiye başkanlık sistemine geçeli bir yıl oldu. En son gerçekleşen İstanbul seçimi başta olmak üzere yerel seçimlerde toplumun verdiği mesaj, ‘başkanlığın yenilgisi’ olarak da yorumlandı. Sizce seçim sonuçları bu konuda ne söylüyor?

İstanbul seçimini, “başkanlık sisteminin yenilgisi” olarak yorumlamak doğru olmaz. Başkanlık sisteminin pek çok eksiği, gediği, demokratik olarak problemli yanları mevcut, ülkeyi getirdiği yer de ortada ama İstanbul seçimlerinde oylanan bu değildi, dolayısıyla kanımca ne seçmenin ne de seçim sonuçlarının bu konuda söylediği herhangi bir şey de bulunmuyor. Seçmen doğrudan yolsuzlukları, ne gariptir ki adı “israf” oldu, haksızlık ve kayırmacılıkları, liyakatsizliğe itibar edilmesini, hukuksuzluğu, verdiği oyun gaspını, dayatmacılığı oyladı. Tabi bir de bu seçimde AKP’nin en çok güvendiği “hizmet” söylemine itibar etmedi. Bu da bizlere seçmen nezdinde artık önceliğin hizmet olmadığını, hakça bölüşüm, politik kabul, iş, barış, huzur, geçim, gelecek kaygısının ön plana çıktığını gösteriyor.

BUGÜN OLSA BAŞKANLIK SİSTEMİ KABUL EDİLMEZ

>> Peki, bir yıllık tecrübenin ardından, başkanlık seçimi bugün yeniden yapılsa, referandumunun Erdoğan’ın istediği şekilde sonuçlanabileceğini düşünüyor musunuz? Aslında halkın başkanlıktan memnun olup olmadığını soruyorum. Çünkü AKP, “Parlamenter sistem ülkeye ayak bağı oluyor. Başkanlık gelecek Türkiye uçacak” diyordu. Ama nereye uçtuğumuz ortada…

Bugün oylansa başkanlık sistemi kabul edilmez. Bu konuda net konuşabilirim. Fakat bu “kabul edilmeme” başkanlık sisteminin şu bir yıldaki icraatlarından değil, ülkenin içerisine düştüğü sosyal ve ekonomik sıkıntılardan, huzursuzluklardan dolayı olurdu. Çünkü geçen yıl oylanan başkanlık falan değildi, liderlerdi. Halkın “memnuniyetini” soruyorsanız, ben etrafıma bakınca rejimin değiştiğinin, başkanlığa geçildiğinin farkında olan insanlar görmüyorum. Onlar, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. En fazla “Başbakan’a ne oldu?” diye soruluyordur. Geniş kitleleri ilgilendiren şey bu değil, işsizlik, geçim derdi, tüketime hangi aşamadan ve daha fazla nasıl katılabilirim gibi kaygılar öncelikli. Dolayısıyla insanların memnuniyeti ilk elden bunlara bağlı ve mutsuz olmadıklarında da sorumluyu başkanlık rejiminde değil, politik iktidarda arayacaklar.

Aynı söylemler 2010 ve 2017 referandumlarında da çok dillendirildi. Gelinen yer malum… Ülkeler yapacakları referandumlarla “uçuşa geçseydi”, iktisat teorilerine, siyaset sosyolojisine ne gerek vardı? Az önce belirttiğim gibi, bu “uçma” söylemlerinin insanların nezdinde artık bir itibarı kalmadı. AKP’nin kendi kitlesinin samimi olarak bunlara inandığını bile zannetmiyorum. Menfaatler diri tutulduğu sürece “inanıyormuş” gibi yapılacak. Çünkü o pozisyon çok konforlu.

>> İmamoğlu’nun aldığı oy,  2017 Anayasa Değişikliği Referandumu’nda İstanbul’da ‘Hayır’a verilen oy oranına çok yakın. Yıldırım’ın aldığı oy ise ‘Evet’in çok gerisinde. Bu durum, blokların mevcut durumuna dair bize ne anlatıyor?

Tabii bu veriler kısa yoldan ve başlı başına her şeyi anlatıyor olamaz. Burada başka etkenlere de bakmak lazım. İki yılda neyin değiştiğini, ekonomik ve sosyal anlamdaki etkileri veya seçime girilirken nelerin olup bittiğini ele almak lazım. Mesela seçime 2 gün kala alelacele ortaya atılan Öcalan mektubuna, hemen ertesinde Osman Öcalan’ın TRT Kürdi’ye çıkarılmasına ve bunun yarattığı infial ile o bloklar arasındaki oy kaymalarındaki ilişkilere iyi bakmak, alana çıkmak lazım. Bence ve kabaca bir tahminle, İmamoğlu lehine 3 ile 5 puan arasında bir geçişi sadece bu iki olay bile sağlamış olabilir. Dolayısıyla bloklar arasındaki geçişler, bir seçimle ve sadece rakamlar üzerinden değerlendirilecek bir durumun adı değil. Yarın başka bir şey olur ve o bloklar apayrı bir yere doğru savrulabilir. 1999 ile 2002 seçimleri arasında ve sadece üç yılda DSP’nin aldığı oylardaki dehşet farkı anımsayalım ama onu yaratan şartları da hesaba katalım, siyaset böyle bir şey!

BİREYSEL İSTEKLER BEKA’DAN ETKİLİ OLDU

>> AKP-MHP bloğunun “beka” başta olmak üzere kullandığı kavramlar, milliyetçi ve İslamcı bir siyasi yörünge oluşturmakla birlikte toplumun kutuplaşmasına da neden oldu. İktidar kanadı bugün ideolojik hegemonyasını nasıl bir çerçeveye oturtmaya çalışıyor ve bu konuda ne kadar başarılı oluyor? Devam eden süreçte bu konuda bir makas değişikliği bekliyor musunuz? İktidar yeniden güçlü bir hegemonya tesis edebilir mi?

Türkiye’de “beka” söylemi her dönemde ve bilhassa sıraladığınız kesimlerde taraftar bulabilecek bir güce sahiptir. Hatta aynı söylem devletçilik refleksleri kuvvetli her gruptan da destek alabilir. Fakat burada ve bugün ne oldu da bu söylem bir süre askıya alınmak zorunda kaldı, ona bakmak lazım. Bence beka söylemi, toplumun kutuplaşmasına neden olduğu için değil, kutuplaşma sınırlarına iyice dayanıldığı için önemini yitirdi. Etki edebileceği oy oranı bu kadardı ve orada kalındı. Cumhur İttifakı’nın aldığı oy oranında, o seçmenler üzerinde bekanın ne derece etkisi vardır, bunu da ayrıca sorgulamak lazım. Çünkü ittifakın diğer kesiminde az önce bahsettiğim farklı etkenler işin içerisine girdi. Yani günlük hayatta kitlelerin önceliği “iş bulmak”, karın doyurmaksa ya da belki de çok istediği bir ürünü almaksa, “beka” söylemi etkisini yitirir.

Türkiye ve özellikle son 25 yılda, mevcut iktidarın da neoliberal politikalarıyla itinayla desteklediği tüketim toplumunun gelip tam ortasına moda tabirle ‘mitil attı’. Bu tarz bir toplumsal yapıda biricik ortak payda da “tüketmek” oldu. Genel itibarıyla en dipten en tepeye kadar tüm sınıflardaki ve her politik kesimden insanlar keyifle tüketmek istiyor ve bu tüketim isteğinin önüne geçebilecek herhangi bir engel de tepkiye yol açıyor. Şimdi böylesi kitlelere beka söylemiyle gidildiğinde iki şey oluyor, ya söylemlerinizin kabul gördüğü izlenimini alınıyorsunuz ama gerçekte o “kabul” fakir bir simgesellik düzeyinde kalıyor ya da hiç etkisi olmuyor. 727 binden fazla kişinin bedelli askerlik için başvurduğu ve 21 günlük askerlik için bile ortalığın ayağa kaldırıldığı bir ülkede acaba beka mı, yoksa bireysel istekler mi önemli? Farkında mıyız bilemiyorum ama israfı ihtiyaca dönüştürerek tüketim toplumuna çabuk uyum sağlayan İslamcılar, İslamcılığı da tükettiler, hatta ondan sıkıldılar.

İslamcıların on yıllarca beklediği iktidar AKP ile ellerine geçti, özlenen biçimde dini bir hayat sürme ideali artık uzak değil, ülke de belki bir Malezya olmadı ama neticede Erzurum’a döndü. Böylece dini bir hayat ile günümüzün tüketim ve bolluk dünyası arasındaki çelişki iyice belirginleşti. Şöyle bir dünyada 24 saat dini bir hayat nasıl yaşanabilir? Yaşayamayan da yoruma sığınıp, inancını sembollerle düzenliyor zaten… Bu yüzden beka vb. söylemler, menfaatler devam ettiği müddetçe bu kesimlerde yankısını bulacaktır ama o beka asla devletle değil, kendi istikballeriyle ilgili bir beka olacaktır. Türkiye devlet geleneğinde beka söylemi hep vardı, bunların dedeleri zamanında da vardı. Dedeleri “dârû’l-harb” ilan ediyor, tanımıyordu; tüketimin hazzı içindeki bireyselleşmiş torunlar mı sahip çıkacak?

YENİ BİR AÇILIM SÜRECİ OLACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM

>> MHP ile kurduğu ilişki, AKP’yi Kürtlerden iyice uzaklaştırdı. Şimdi Erdoğan’ın içinde bulunduğu durumu aşmak için yeniden bir “açılım” süreci yapıp yapamayacağı tartışılıyor. Siyasi mekanizmaların vereceği kararlar bir kenara, Kürt halkının böyle bir ittifakla bağ kurabilmesi mümkün mü?

Bence AKP, MHP ile kurduğu ilişki yüzünden Kürtlerden uzaklaşmadı, Barış Süreci’nin bitmesi, 7 Haziran’dan sonra tercih edilen politikalar ve başlayan çatışmalar bu ilişkinin zedelenmesinde etkili oldu. Tabi ondan önce “İyi miydi ki?” diye de sormak lazım. Zaten bildiğiniz üzere 7 Haziran ertesinde MHP’yi, AKP’ye yaslayan da yine aynı gelişmelerdi. Yani İslamcılık ile Türkçülüğün tarihsel uzlaşması… Şimdi bütün bunlardan sonra yeni bir “açılım süreci” başlar mı, hep birlikte göreceğiz. Başlarsa Erdoğan MHP’yi nasıl ikna edecek, büyük soru işareti. MHP çekilirse de hükümet düşer. Ben bu şartlarda böyle bir sürecin başlayacağını düşünmüyorum. Biz yine de başlayacağı üzerinden öngörüde bulunursak, son Öcalan Mektubu’ndan da görüleceği üzerine demek ki bunu bir biçimde İmralı üzerinden deneyebilirler. Fakat Öcalan’ın Kürtler üzerindeki etkisi nedir? HDP böyle bir sürece hangi şartlarda “evet” der? HDP’nin olası isteklerini AKP kabul eder mi? Bu aktörleri dışlarlarsa yerlerine yeni muhataplar bulmak zorundalar ama onların da Kürtler üzerinde ne gibi bir ikna edicilikleri vardır, hepsi muamma… Barış hepimizin dileği ama kalıcı barış, sadece eşitler arasında olur, tersi ülkenin zamanını, enerjisini götürür, acılar ve gözyaşlarını çoğaltır.