Türkiye’de gerçek anlamda “seçkinci” olan iki grup var. İlki Türkiye tipi liberaller, ikincisi siyasal İslamcılar. Eğitim, görünüm, hayat tarzları ya da amaçları çok farklı gibi görünse de, ortak paydaları aynı; toplumu, yönetilmesi gereken akılları çok gelişmemiş (ilkeller) olarak hayal etmeleri.

Liberaller, aslında hiç bitmeyecek bir eğitim süreci ile akıllı ve olgun bireylerden oluşan bir “ideal toplum”a ulaşılacağı hayali yaşıyorlar. Olağan zamanlarda büründükleri babacan tatlı sert baba kimliği ile eğiticilik yapıyorlar. Tipik bir örnek olarak Hasan Cemal’in seçim çalışmalarında Esentepe deki görüntüleri seyredilebilir. Kriz zamanlarında ise “musibetleri” yok etmekten başka çözüm bilmeyen faşistlere dönüşüveriyorlar. Eh burada da Murat Belge’nin, sevgili Metin Lokumcu için söyledikleri akla gelebilir.

Siyasal İslamcılar ise seçkinle, teba arasındaki farkı “doğal, tanrısal” ve değiştirilemez bir “kader” olarak görüyorlar. Her tür farklılık ve kimliği yok sayan ümmet kavramını, eşitleyici işlev gördüğü iddiasıyla çok seviyorlar. Ümmet ve onu yöneten seçkinler ayrımını tanrının iradesi olarak dayatıyorlar.

Topluma baktıklarında gördükleri ise aynı; çocuksu, ilkel, hayvani, kendi kendisini yönetmekten aciz bir “sürü”. Demem o ki sömürgecinin bakışı. Avrupa sömürgeciliğinin Avrupa dışı toplumlara bakışı ile benzer. Sömürgeci, sömürdüğünün gerçekte ne olduğu ile ilgilenmez, onun ne olduğuna kendisi karar verir ve öyleymiş gibi davranır ya, öyle bir akıl yürütme. Psikiyatriden bir örnek verebiliriz. 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Afrikalılarda “depresyon” hastalığının görülemeyeceği kabul edilirdi. Bir insanın depresyona girebilmesi için bir “benliğinin” (ego) olmasının şart olduğu, Afrikalıların ise henüz bir “benlik” geliştirebilecek kadar “uygarlaşamadıkları” savunulurdu. Koca kıtadaki yüzlerce kabile, yüzlerce dilin önemi yoktu, hepsi Afrikalıydı!

Son tahlilde ikisinin de zihnen ve kalben bağlı oldukları sınıflı toplumun ezen- ezilen ayrımında bir ara kimlik de var. Ağanın kahyası, sadrazamın şakşakçısı gibi sıfatları olan. Bu kişiler sömürünün sürmesinde çok önemli bir işlev görürler. Seçkinin hayalindeki toplum tasavvuruna gerçeklik muamelesi yaparak onu topluma giydirmeye çalışırlar. Gerçekte olanı yok sayıp, silip onun yerine olduğunu düşündüklerine, gerçek muamelesi yaparlar. 

Bu gerçekliği silip hayali bir gerçeklik inşa etme sürecinin en çıplak görüldüğü alanlardan biri “erkek” “kadın” ve “cinsellik” kavramları. Sömürgeci ve kahyası, gerçekte kadın ve erkeğin ne olduğuyla ilgilenmezler, hayal ettikleri kadın, erkek ve cinsellik tarzlarını sanki gerçekmiş gibi dayatırlar. İşte eril dil dediğimiz söylem bu yolla iş görür. Eril dilin kurduğu kadınlık hali, gerçekte kadın olmanın ne olduğuna bakmaz. Kadınsan böylesindir der. De Beauvoir “kadın doğulmaz kadın olmak öğrenilir” der. 

Nihayet başlığa gelebildik. İçişleri Bakanının muhayyilesindeki erkeklik, kadınlık, eşcinsellik ve cinsellik kavramları nasıl acaba? Sanki o/nlar olmazsa “herkesin birbiriyle sevişeceğini, yetinmeyip hayvanlarla bile ilişki kuracağını” düşünüyor gibi. Onun bizi (toplumu) böyle görmesinin ardında ne yatıyor olabilir? Konuşurken kendinden geçmesi, gözlerini devirmesi, sesinin titremesi, ama aynı anda sanki tüm bunları bilinçli, kontrollü bir performans icra ediyormuş gibi yapabilmesi çok ilginç.

Katı ahlakçı, erkek üstünlükçü, ataerkil, aile merkezli bir ideolojinin savunucunu yaparken sanki tüm bu nitelemeleri bir “tabu” olarak gördüğü izlenimi veriyor. Bilen bilir, tabu arzunun denetlenmesini sağlamaya yarar. Tabu ile konulan yasak, yasakladığına gerçeklik affeder. Tabu, yasakla inşa edilen arzunun arzulanmasını kışkırtır. İçkinin bu dünyada yasaklanırken öte dünyada pınarlardan akacak olması gibi. Bu yolla tabu, bir anlamda “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme” işlevi görür. Yasak olmasa içki içmeyecek biri yasaklanıp ileride vaat edilince içki içme arzusuyla dolup taşar. Kendi ertelediği arzusunu doyurana ise haset duyar.

Eril dilin ürettiği kadınlığı aşağılayan bir sıfat daha var; mahalle karısı gibi bağırıp çağırma, cazgırlık yapma hali. Sıfatın gücü aşağılayıcılığından gelmiyor, mahalle karısı gibi cazgırlık yapanların istediklerini aldıklarına olan inançtan geliyor.

Ağanın kahyasının “vur deyince öldürmesi”, “kraldan çok kralcı olması”nı düşündürüyor bu durum. Ne diyelim, biz senin kurduğun fantezi gibi yaşamıyoruz desek, haseti geçer mi acaba? Yoksa hayal kırıklığı mı yaşar?