Tournier, tarih ve coğrafyanın ders olarak aynı öğretmen tarafından verilmesini tuhaf buluyor; biri zamanı, diğeri uzamı inceleyen ayrı ve hatta birbirinin karşıtı iki araştırma konusu. “Tarihçi sözcüğün en geniş anlamıyla bir hümanisttir. Yalnızca insanlar -özellikle de önemli insanlar- kendisini ilgilendirir. Coğrafyacı ise bir çölü, balta girmemiş bir ormanı ya da mercan resiflerinden oluşan bir takımadayı ele alabilir. Fauna, flora ve mineralbilim onun alanına girer” (Düşüncelerin Aynası, YKY). Öğretmen, tarih dersine girdiğinde, önemli şahsiyetlerin karar ve eylemlerinden, bu karar ve eylemlerin adı sanı duyulmamış insanların oluşturduğu halk denilen yığınları nasıl biçimlendirdiğinden söz edecek; sonra coğrafya dersinde tarihin, olayların sahnelendiği bir dekor olarak bahsettiği ya da hiç bahsetmediği uzamdan bir aktör olarak söz edecek.

Uzamın ölü bir dekor olmadığını, aksine canlı ve cansız şeylerin birbirleriyle durmaksızın etkileşerek ‘biyosfer’ denilen yaşam küresini nasıl birlikte inşa etmeye devam ettiklerini anlatacak. Öğretmen, müfredatı takip ederken tuhaf bir yarılma yaşıyor. Sadece öğretmen mi? Hepimiz iktidarın müfredatından çıktığımıza göre, bu yarılmayı yaşamayan var mı?

Tarihte önemli şahsiyetler vardır; dediklerine göre bu şahsiyetler, şekilsiz bir biyo-kütleden halk denilen yaratığı icat eden Dr. Frankenstein’lardır. Hâlbuki coğrafyada bu şahsiyetlerin çoğu, yeryüzünde gerçekleştirdikleri ekolojik felaketlerle anılabilirler ancak. Yeryüzü şahsiyetsizdir; coğrafyasını canlı/cansız, mikro/makro şahsiyetsiz öğeler hep birlikte inşa etmişlerdir. Aralarında öylesine hassas bir denge vardır ve bu hassas denge öylesine zengin bir yaşam yaratmıştır ki, insan denilen yaşam formu bile bu hassas dengeden çıkmıştır. Yarılma, insanın içinden çıktığı bu dinamik ortamı, kendi eylemlerini sahneleyeceği ölü bir dekor olarak algılamasıyla birlikte başladı. Bu aynı zamanda insanın yaşadığı coğrafyadan koptuğu anlamına gelir. Önceleri coğrafya bir aktör olarak, insanın ürettiği biçimleri, konutlarını, yerleşim yerlerini belirliyordu. Mimar, kuramcı Norberg-Schulz bu anlayışı, ‘genius loci’ (yerin ruhu) kavramıyla birlikte 20. yüzyılın mimarlığına taşımaya çalışmıştı. Olmadı, yeryüzünün ruhundan kopan/koparılan insan, doğal ortamın yıkımı pahasına eylemlerini sahneleyeceği, yerden kopuk mekânlar üretmeye devam etti. Ve önemli şahsiyetler, doğanın milyarlarca yıldan beri yerin yüzüne yazdığı yazıları silip kendi tarihlerini yazdıkça yeryüzü zincirleme felaketler yaşadı ve yaşıyor.

Yerin de bir tarihi vardır. Ve bu tarih, egemen tarih gibi çizgisel, kronolojik bir anlatı değildir; doğanın kuvvetleri tarafından yazılmış, çok zamanlı ve zamanların iç içe geçtiği bir tarih. Kronolojik olarak anlatmaya kalktığınızda, egemen tarihin tuzağına düşer, doğada önemli şahsiyetler icat edebilirsiniz. Yeryüzünde canlı/ cansız her öğe kendi zaman ve mekânında yaşar. Zaman/ mekânlar, kontrpuanlarla birbirine bağlandıkça yerin tarihi kolektif olarak yazılır. Coğrafya, adı üzerinde ‘yeryazım’; tüm öğelerin birlikte yazdıkları bir metin. Ve bu metin, göksel cisimlerin döngüsel hareketleriyle koordine edilir; günler, aylar, mevsimler döngüsel bir devinimle birbirini kovalar. Fakat egemen tarihin çizgisel zamanı bir bıçak gibi araya girmiş ve metni parçalamıştır. Parçalanan sadece zamanlar ve mekânlar değildir; yeryüzünün öğeleri de metinden geriye kalan fragmanlar olarak birbirlerinden ayrı düşürüldü. Bu ayrı düşürülmenin acısını en çok da insan bilir. Ve acısını dindirmek için bütünlük aradığında resmi tarih çıkar karşısına, ona sığınır ama bu onun felaketi olur.

Fragmanları, resmi tarihe uydurmak için çarpıttılar; uyduramadıklarını ise şeytan ayetleri diye ortadan kaldırdılar. Bir zamanlar yatay bir düzlemde kendi aralarında kurdukları bağlantılarla anlamları durmadan değişen fragmanlar, yekpare, kapkara bir mermere gömülmüşlerdir.

Ece Ayhan’ın dediği gibi, “… bu kara mermerin altında/ Bir teneffüs daha yaşasaydı/ Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür.” O çocuk bir daha coğrafyadan tahtaya kalkamadı, çünkü “Devlet dersinde öldürülmüştür.” O çocuk, tarih dersinde mermere gömülmüştür. O çocuğu diriltebilecek miyiz?