Türkiye’de huzursuzluğun, hoşnutsuzluğun kendisini milliyetçilik ve kadın düşmanlığı üzerinden ifade ederek toplumsallaşabilmesinin ana sebeplerinden biri de faşizm koşullarında konforlu siyaset arayışı.

Türkiye’de aşırı sağ var mı?
Fotoğraf: DepoPhotos

Yusuf Tuna Koç - Araştırmacı

2016’da ABD’de Trump’ın başkan seçilmesiyle ana akım haline gelen “aşırı sağ” bu çağa özgü bir siyasal fenomen olarak İsveç’ten Arjantin’e tüm dünyada kendi liderlerini ve siyaset biçimini yarattı. Peki bu yeni sağın iktidara geldiği ülkelerin birçoğuyla benzer siyasal konjonktürlere ve çelişkilere haiz olan Türkiye’de aşırı sağ var mı? Varsa başat siyasi aktörü kim, Erdoğan mı Özdağ mı Fatih Erbakan mı Bahçeli mi yoksa İsmet Özel mi?

Aşırı sağ diyerek kibarlaştırılan neofaşizm en temelde, iktidara gelerek devletin zor aygıtlarıyla toplumsal mücadeleleri ve kazanımlarını ezerek sistemin bekasını sürdürebilmesine rıza üreten, meşruiyetini de kimlik aidiyetleri bağlamında sınıfın içine doğru bükülmüş öfkenin ürettiği radikalizmden alan bir faşizm biçimi. 

Sistemin 2007 krizinden sonra da aynı şiddetle sürdürülmesi tercihi, özellikle de sanayi, hammadde gibi sektörlerin aksine bölgesel değil küresel çapta büyüyen finans sektörünün ağırlaşan sömürü koşullarında işçi sınıfını da daha fazla yoksullaştırması ve güvencesizleştirmesine karşın sınıfsal bir direnç oluşmamasının sonucu olarak bugünün neofaşizmi doğdu. Sınıf hareketinin 1970’ler itibariyle tüm dünyada gerilemesinin yarattığı boşluğun kimlik siyaseti ile doldurulma çabası, başlarda liberal demokrasi ideolojisinin itici gücüyken, son on yılda yeni faşizmin karakterini belirledi. 

Türkiye kendine özgü koşullara sahip bir ülke, bu sosyalizmi için de faşizmi için de geçerli.
Neofaşizmin ana akımlaştığı kuzey ülkelerine kıyaslarsak, Türkiye’nin ABD ile sömürge ilişkisi, devletin bu ilişki içerisinde şekillenen örtülü faşist yapısı, neofaşizmin siyasi dışavurumu konusunda da kendisini öne çıkan örneklerden ayırıyor. Fakat benzerlikleri de yalnızca Zafer, Yeniden Refah gibi dünyadaki neofaşist hareketleri kopya eden partiler değil yalnızca.

Yerli Kurumsal Siyasetimizin Çöküşü

14 Mayıs seçimlerinde tüm odak doğal olarak başkanlık yarışındaydı. Ancak seçimlerin dikkate değer göstergelerinden biri merkez sağ ve sol addedilen iki partinin de ciddi oranda kan kaybetmiş olduğu gerçeği. CHP görünürde oy artırmış, ancak bu artırım neredeyse birlikte seçime girdiği 3 partinin tahmini oy oranı kadar. İlk kez oy kullanan seçmen içerisindeki potansiyel oyunu alamadığı, hatta bundan da fazlasını Zafer ve Memleket Partilerine kaptırdığı gözüküyor. Öte yandan AKP tarihsel bir düşüş yaşarken, Yeniden Refah, geleneksel sağ seçmen içerisinde iktidarın en çok oy kaybettiği parti. Zafer ve Memleket Partileri en çok CHP’den oy aldı. Dolayısıyla Türkiye’de seçmenin merkez siyasete sağından da solundan da mesafe aldığı bir sonuç ortaya çıktı. Bu sonuç, seçim sonrası siyasal ve toplumsal atmosferde ise iki başlı bir siyaset yaratıyor.

Öncelikle merkeze mesafe alma, sosyalist solun işaret ettiği şekilde bir alternatif arayışı değil, radikalleşen bir toplumsal düşmanlık olarak kendisini ifade ediyor. Neoliberal düzeni bir biçimiyle sürdürmeye aday olan iki partiden AKP, hem sermaye hem de siyasal İslam partisi olarak göçmen sorunundaki siyasetsizliği ve CHP de Kılıçdaroğlu çizgisindeki liberal hoşgörü siyaseti ile eleştiriliyor ve batıdaki gibi demagojik bir “elitler düzenine düşmanlıktan” bile bahsedemeyeceğimiz, tamamen kültürel ve kimliksel kamplaşmalar belirleyici hale geliyor. Kürt ve Suriyeli nefretinin yanında aynı toplum, kimi zaman aynı mahalle içerisinde taban tabana zıtlaşmış yaşam biçimleri üzerinden ifadesini bulan bir ahlaki reaksiyonerlik. 

Erdoğan Rejiminde Aşırı Sağ

Fakat Türkiye’nin dünyaya kıyasla asıl farklılaşan özelliği, bu merkezden uzaklaşma yaşanırken iktidarda sözgelimi DYP, ANAP gibi partilerin olmaması. Bu ülkede 1990’lardan beri laik-muhafazakâr ayrımı üzerinden kitlesini kemikleştiren ve dönüştüren, 21 yılda rejimi ele geçirerek tüm yapısını siyasal islamcı bir restorasyona tabi tutan devletleşmiş bir siyasi aktör var. Dolayısıyla bugün böyle bir fenomenin Türkiye’de ortaya çıkabilmesi ve AKP’nin bunu bütünüyle massedemeyişinin sebeplerini düşünmek gerek.

Erdoğan Türkiye’sinde siyasetin bu akımlara ihtiyaç duymasının sebebi, rejimin kurguladığı siyasetin toplumsal rıza üretememesi ve yarattığı toplumsal huzursuzluğu bu yeni faşist akımların doldurması gibi gözüküyor. Ve bu alternatif siyaset akımlarının, geçmişte olduğu gibi iktidar tarafından soğurularak tasfiye edilemeyişi de devletin örtülü faşist yapısının, AKP-MHP iktidarının yetmediği noktalarda kendini yeniden üreteceği siyaseti de bu kanallardan sağlama ihtiyacı duyduğunu gösteriyor.

Çift Başlı Neofaşizm

Türkiye’de sola, sosyalizme dair simge ve fikirlere yönelik uzaklaşma ve hatta kimi örneklerde düşmanlaşmayı AKP üzerinde yükseldiği kutuplaşma sebebiyle toplumun bir bölümüne empoze edebilirken, bu akımlar diğerine de etki edebiliyor. Bir türlü yıkılamayan(!) kültürel hegemonya, bu akımlarla çürütülüyor. Kürt düşmanlığı, “paşasız” bir dönemde Türkiye’de zirvesini yaşıyor. Sözgelimi Özgür Özel’in bir Kürt sanatçıya reverans yapmasından, kendisini muhalif olarak ifade eden gençler ya da ana akım medya mensupları bile rahatsızlık duyabiliyor. Popüler bir aktris, Türkiye’de sanatçıya bakışa dair rahatsızlığını Yılmaz Güney’i hedef alarak ifade etme ihtiyacı duyuyor. Öte yandan milliyetçi ve İslamcı kesimler üzerinden kadın ve LGBTİ düşmanlığı sürekli olarak pompalanıyor. Burada ise Zafer Partisi’nden çok doğrudan AKP tabanı içerisinde örgütlenen Yeniden Refah’ın kadınları ve çocukları gözeten yasalar üzerinden yarattığı baskıyı görüyoruz. Bu baskı, 25 Kasım gününde 6284’ün içeriğini değiştirme cüretine üretebiliyor.

Türkiye’de huzursuzluğun, hoşnutsuzluğun kendisini milliyetçilik ve kadın düşmanlığı üzerinden ifade ederek toplumsallaşabilmesinin ana sebeplerinden biri de faşizm koşullarında konforlu siyaset arayışı. Aynı zamanda, olağanüstü siyasal ve ekonomik bir rejim içerisinde, somut hiçbir siyasi müdahalede bulunmadan var olabilmenin yarattığı tortunun da çıktısı. Yoksullaşmanın giderek ağırlaştığı son birkaç yılda dahi sisteme dair öfkeyi, sistemin ve hükümetin doğrudan kendisini hedef alarak ifade edebilme imkânlarının yıllar içerisinde giderek tıkanması ve zorlaşmasının sonucunda göçmen, kadın, LGBTİ hatta aşı düşmanlığı popülerleşiyor. Gençlere kahramanlaştıracakları idol olarak İttihatçılar gibi güncel konjonktürde tamamen zararsız, “boş gösteren” idoller yaratılıyor. Bu yönüyle Türkiye aşırı sağını hem soldan arındırılmış güvenli bir alan, hem de karşıtlık kurabileceği politikalar üreterek yaratan en önemli nesnel koşul da AKP’nin yarattığı İslamcı faşist rejim. 

Örtülü Neofaşizm

Sonuç olarak Türkiye’de aşırı sağın varlığı, kendisini iki farklı biçimde gösteriyor. Birincisi Zafer, Yeniden Refah gibi partiler ve popüler figürlerin, taban öfkesini ve radikalizmini iktidardan uzaklaştırarak, toplumsal bir düşmanlığa dönüştürme çabası olarak. Fakat bu yönlendirme yalnızca tabanda kalmıyor. İktidar medyası ve kontrol ettiği devlet aygıtları üzerinden işine geldiği durumlarda bu yönlendirmeyi bir yaptırıma ya da politikaya somutlayabildiği ölçüde yeni faşizmin yürütücü aktörü oluyor. Dolayısıyla Türkiye’de “aşırı sağın” aktörü kim dediğimiz zaman, çift başlı bir özneyle karşı karşıyayız. Bu durum Zafer ve Yeniden Refah’ı AKP-MHP ittifakıyla ya da saray rejimiyle eşitlemiyor. Yeni sağ, AKP’nin ajandasındaki rejim ve toplumsal dönüşümle her zaman tıpatıp örtüşmeyen, hatta kimi noktalarda çelişen bir fenomen. Ancak neofaşizmin tüm dünyada yerine getirdiği işlev açısından, bu mecburi birlikteliği yaratıyor. Bir tarafta Türkiye’nin yerleşik seçim sosyolojisi sebebiyle tek başına barajı bile geçemeyecek olan aşırı sağcı partiler diğer yanda da taban radikalizmini dönüştürme konusunda yetersizleşen, aksiyoner konumda olduğu için reaksiyonerlik üretemeyen bir iktidar.

Sol ne yapmalı sorusunun cevabı en az bu yazı kadar uzun bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ancak yukarıda özetlediğim durumun ortaya çıkardığı ihtiyaçlardan biri, solun siyaseti artık sadece gerici bir reaksiyonerlik üreten kurumsal ve medyatik siyaset alanından çıkararak ne iktidarın ne de esmer aşırı sağcılarımızın var olamayacağı yaşam kavgasının içerisine taşıması. Bir diğer mesele de sürekli konjonktür bahanesiyle geleneksel siyasetin iki ucundan birine savrulmayı ve kendisine ait olmayan kavram setlerinden destek almayı bırakıp, doğrudan solun kurucu perspektifi üzerinden politika üretmeye eğilmesi.