Küfre dair en iyi açıklamalardan biridir: “Söyleyecek sözü olmayan küfreder.”

Buradaki ‘söyleyecek sözü olmamak’ ifadesinin iki anlamı var. İlkinde, artık konuşmanın çok da anlamlı olmadığı, meydanın bundan böyle en ilkel dürtülerle öfke dışavurumuna kaldığı, en uygar kişinin bile taş devri insanına dönüşebildiği bir durum vurgulanır -’sözün bittiği yer’ ve ‘izahı olmayanın mizahı olur’ ifadelerinde işaret edilen duruma çok benzer.

İkincisindeyse, gerçekten de söyleyecek sözü olmayan, düşünsel bir tartışmaya girecek bilgi birikimi ve sözcük dağarcığından yoksun, rakibinin söylemine yönelik rasyonel karşı-argüman geliştiremeyecek kadar cahil, ‘kabalaşma’ gücünü tam da bu cehaletten alan bir zihin söz konusudur.

İkinci anlamı baskın hâle geldiğinden olsa gerek, küfür hakkındaki bu sözü uzun zamandır duymuyorum. Toplumsal yaşamın tüm alanları artık ‘söyleyecek sözü olmayanlar’ın egemenliğine geçmiş durumda. Bu yüzden, tartışma ve ifade etme kültürü “Sen kimsin ya?!” ile “Ananı da al git!” arasına sıkışmış bir zihinsel atmosferi soluyoruz.

100 yıllık ülke tarihinde görülmemiş bir kabalıkla karşı karşıyayız. Ülkenin tüm iplerini ele geçirmiş kişi, Türkiye’nin askeri faşizmle yönetildiği yıllarda bile tanık olmadığımız bir öfke ve nefret diliyle konuşuyor. Böylece, cumhurbaşkanlığı forsunun önünde yapılan bir konuşmayla Kasımpaşa’da bir kahvehanede yapılan konuşma arasındaki fark giderek azalıyor. Bu duruma, yani kahvede yaptıklarınızı devletin zirvesinde de yaptığınız zaman ortaya çıkan şeye en basit haliyle ‘davranış bozukluğu’ deniyor.

***

Yetişkinlik döneminde karşılaştığımız tüm nevroz ve psikozlar bir şekilde çocukluk deneyimleriyle bağlantılı olduğundan, RTE’nin tüm ülkeye yaşattığı psikozların nedenlerinden bazıları da orada saklı olabilir. Ruşen Çakır ve Fehmi Çalmuk’un hazırladığı Recep Tayyip Erdoğan - Bir Dönüşüm Öyküsü (2001) adlı kitapta anlatılan şu anılar o yüzden dikkate değer:

“Reis Kaptan sinirli bir adamdı. Sinirlendiğinde evden kimse ona yaklaşamaz, irtibat kuramazdı. Ama onun Recep Tayyip’e karşı özel bir ilgisi vardı. Tenzile Hanım da bunun keşfetmişti. Evin babası sinirli olduğunda iş Recep Tayyip’e düşerdi. Hemen Reis Kaptan’ın yanına sokulurdu. O kollarına sığındığında Reis Kaptan’ın siniri kalmazdı. Recep Tayyip, babasını üzdüğü zaman inanılmaz bir şey yapardı: Reis Kaptan’ın ayakkabılarını öperdi. Bunu gören Reis Kaptan sakinleşir, gözlerinden yaşlar süzülür, bütün çocuklar da babalarıyla birlikte ağlardı.

Reis Kaptan çok otoriter bir adamdı, denizciliğin kendine has kurallarını evinde de yaşardı. Kapıdan içeri girdiğinde otorite ilan edilmiş olurdu. Evin cezaları bile deniz kurallarına göreydi. Tenzile Hanım, Reis Kaptan’ın otoritesi karşısında çaresiz, çocuklarını kanatlarının altına alır korurdu. Tayyip Erdoğan’ın yaramazlıkları karşısında hem annesi, hem kardeşleri onu idare ederdi. Erdoğan ‘Otoriteye saygılıydık. Yoksa bilirdik ki babam bunun faturasını çıkarır’ diye yıllar sonra çocukluk korkusunu anlatır. Ama bir fatura gününü hiç unutmamıştır.

Bir gün öyle bir olay oldu ki Tayyip Erdoğan hayatı boyunca aklına her küfür geldiğinde bunu hatırlamaktadır. Erdoğan o olayı şöyle anlatır: ‘Hava kararmadan önce eve girmek zorundaydık. Bizim evin karşısında Müşerref Abla dediğimiz bir komşumuz vardı. Ben, beş-altı yaşlarındaydım. Çocuğum ya, küfür ediyorum ona... Beni almış karşısına. Ben küfrettikçe onun hoşuna gidiyor o da benim popoma vuruyor. O vuruyor ben küfrediyorum. Babam gelince (onu mahallede çok severlermiş) hemen şikâyet etmiş beni. Bunlardan haberim yok tabii. Babam içeri giriyor... Allah rahmet etsin... Alıyor beni tavana asıveriyor. Ancak ellerimden mi, koltuk altlarımdan mı bağlamış onu hatırlamıyorum. Orada 15-20 dakika kalmış olacağım ki dayım gelip beni kurtarıyor. O günden sonra küfür faslı da kapandı.’” (Metis, İstanbul, 2001, s. 17-8)

O gün bir şeyler kapandıysa bile, bunun küfür faslı olmadığını biliyoruz. Adam kendisine biat etmeyen herkese küfrediyor, cinsiyetçi ifadelerle hakaret ediyor, bir de bunu ‘milletin dili’ şeklinde tanımlayıp meşrulaştırmaya çalışıyor. Ayakkabısını öptüğü baba figürüyle fazla özdeşleştiği belli ki, o da ayaklarını öptürmek istiyor.

Böyle bir şiddetle karşılaşan çocukta ne dehşetli yaralar açılmış olabileceğini tahmin etmek zor değil elbette. Ama bunların hiçbiri, hiç kimseye ülkeyi kabadayıların hüküm sürdüğü kocaman bir kahvehaneye dönüştürme hakkı vermiyor.