Unutmak mı, yalnızlık mı, ölüm mü?

BURAK ABATAY

Ölüm üzerine yazılmış her şeyin yazılmış olduğunu düşünürdüm. Söylenecek her şey söylenmiş ve artık ölümün tasarrufunun hiçbir gönülde bir söz sahibi olmadığına inanırdım. İnanırdım çünkü annemin ölümü sonrasında babamın susuşları ya da babamın anneme, onu hiç tanımayanları dahi aşık edecek güzellemelerde bulunması sevginin, özlemin ölümden daha büyük bir şey olduğunu öğretmişti bana. Üstelik yalnızlık diye yanında deniz soğukluğu bırakan bir adam olmuştu babam. Tüm bunlar ölümün adını anlatmıştı bana. Bunu tekrar çok sevdiğim bir insan ölürse hatırlarım diye düşünüyordum. O zamana kadar da söylenecek sözün olduğunu ummazdım.
Geçenlerde Şükrü Erbaş’ın yeni kitabının çıkacağını öğrendim. Kapağını görür görmez, ‘çıksa da bir an evvel okusam’ dediğim kitap için aynı gün Şükrü Ağabey mesaj attı: “Güzelim, bana bir adres yazarsan...” kitabı gönderecekti. Şükrü Ağabey’in inceliğine ve de hitabına vurulmuşken, babamın uzun ve yalnız sahil gezintileri sonrasında ölüm hâlâ benim için çok büyük bir vurgun değildi.

•••

Şükrü Erbaş’ın eşi Hatice Erbaş Eylül 2015’te aramızdan ayrıldı. Şükrü Ağabey, Hatice Hanım’ın kaybı sonrasında biriktirdiği şiirleri ‘Yaşıyoruz Sessizce’ adını verdiği kitapta biriktirdİ. Yaşıyoruz Sessizce, ekim ayı başında Kırmızı Kedi etiketiyle de raflarda yerini aldı.

Yakın bir zaman önce benim de okumaya koyulduğum bu kitap, ölümün acısının, yalnızca babamdan bana miras kalacağını düşünürken, en sessiz sancılarıyla bana varlığını tekrardan hatırlattı. Ölüm üzerine yazılmış her şey elbette ki yazılmamış, söylenceler elbette ki henüz duyulmamıştı. Bu kitabı okuyunca fark ettim ki yanılmışım. Ama kitapla beraber yanılmadığım çok şey vardı, o da hissedişler.

Erbaş’ın şiirinde oldum olası hep yalnızlığı görmüşüzdür. Çoklukla köşeye sinmiş bir çocuğun gri renkte maceralarına benzer. Coğrafyaların terk edilişleri de vardır Erbaş’ın dizelerinde. İsyan ve özgürlük Erbaş’ın kalemindedir. Sevgi ve aşk geçtiği yollardır. Umut sofrasındadır, oturanını bekler. Yaşamsa Erbaş’ın gönlündeki çeşmelerdir. Susayan için damlaları kederden geçen bir çeşme... Ancak Yaşıyoruz Sessizce ile beraber Erbaş’ın şiirinde peşinde belli belirsiz koştuğumuz bir serüven daha var. O serüveni her köşe başında görürüz. Bazen unuttuğumuzu sanar ya da bazen de asla hatırlayacağımızı düşünmeyiz. Şiirinde yalnızlığı, aşkı taşıyan Erbaş bu kitabıyla bizi ölümle de tanıştırıyor. Kitabın arka kapağında şair Şeref Bilsel’in de dediği gibi, kitap, edebiyatımızın sagu, mersiye, ağıt geleneğimize attığı adımlarla yeni bir heves getiriyor.

“Çocuklar geldiler mi hiç?/ Geldiler Hatice/ İçimize baktık uzun uzun/ Sana geldik” dizeleriyle Erbaş, yalnızlığın dilini varlık ve yokluk denklemi üzerinde buluşturuyor. Bu denklem, otuz dokuz parçadan oluşan Sonsuzun Uçları adlı şiirde bir çığlık oluyor. Şiir, okurunu ‘hayret’ ve ‘tutku’ hislerinde buluşturuyor: “Ölümü senden mi öğrenecektim/ Soluğu canımdan çekilen kadın”

Bilmiyorum, kaç kere uzun uzun iç çeker bir insan bu kitabı okuyunca. Kaç kere kitabı kapatır da etrafına uzun uzun bakar ve ölümlülüğü hisseder. Şükrü Erbaş, neredeyse her şiirinde okuruna ‘gök’ imgesiyle gökyüzüne bakmayı hatırlatıyor. Ferah bir nefesin insana iltiması da, karanlık bir duvarın cezası da gökyüzünden çıka geliyor. Erbaş, şiiriyle ölüm denen duvarı yıkamıyor belki ama bambaşka bir duvarı ölümün rengiyle boyuyor. Zaten ölüm ki kısa konuşmaya gelmiyor hiç.