Bilimkurgu ana türü içerisinde zaman yolculuğu konseptli, akıl yakıcı hikâyeleri seviyorsanız “Bodies” dizisi tam size göre. Hikâye dört farklı zaman diliminde ve muntazam bir kurgu anlayışıyla, akıcılığı etkilemeden ilerliyor.

Ütopya, felsefe, fizik ve sinema
Bodies (Fotoğraf: Netflix)

Fizik tarafından henüz ne doğrulanmış ne de çürütülmüş olan zaman yolculuğunun olası olup olmadığı konusu edebiyat, felsefe ve sinemanın ağırlıklı konularındandır. Öncelikle insanları zaman yolculuğuna çıkartan ilk kişi olan H. G. Wells’in “Zaman Makinesi” (The Time Machine) adlı eserinin 1895 yılına ait olduğuna dikkat çekmek istiyorum ki daha henüz ne izafiyet teorisi ne de kuantum fiziğinin konuşulmadığı bir dönemde yani Max Planck ve Einstein’dan daha önce kaleme alınmış olduğunu iyice kavrayalım. Bizleri otuz milyon yıl geleceğe götürüp geri döndüren bu çığır açıcı eserde zaman yolculuğu bir makina kullanılarak gerçekleştiriliyor ki bu da literatürde ‘Wellsian Zaman Yolculuğu’ olarak isimlendiriliyor. Sinemaya baktığımızda zaman yolculuğu başlığının fizik ve felsefedeki düşüncelere dayalı olarak farklı konseptlerde ele alınışlarının arasında, geleceği değiştirme olasılığı en çekici konulardan. Filozofların zaman yolculuğuna dair ürettikleri paradoksları ile fizikçilerin zaman yolculuğunun ne olduğunu anlama çabaları arasındaki hikâye örgülerine çok sık rastlarız filmlerde. Bu hikâyelerde, eternalizme dayanan yani sabitlenmiş zaman çizgisi kuramına uygun olan geçmişin değiştirilemeyeceği savı veya geleceğin değişikliğe açık olma olasılığı arasında gidip gelinir. Yönetmen Terry Gilliam’ın, 1996’da ortaya çıkan bir salgın hastalıkla ilgili bilgi toplamak üzere geçmişe insanlar gönderdiği “12 Maymun” (Twelve Monkeys) filminde olduğu gibi. Veya yönetmen Tony Scott’un ‘Snow White’ ismi verilen portal sayesinde dört zaman çizgisinde geçen ve ana karakterin geçmişe giderek gelecekteki terör saldırısını önlemeye çalıştırdığı filminde olduğu gibi.

BÜYÜKBABA PARADOKSU

Bilimkurgu ana türü içerisinde zaman yolculuğu konseptli (veya alt tür de denilebilir), akıl yakıcı hikâyeleri seviyorsanız Netflix’te yayınlanan “Bodies” mini dizisini mutlaka izlemelisiniz. Hikâye dört farklı zaman diliminde geçiyor ve muntazam bir kurgu anlayışıyla, akıcılığı hiçbir şekilde etkilemeden ilerlemeyi başarıyor. 1890, 1941, 2023 ve 2053 tarihlerinde geçen bu başarılı hikâye kurgusunda Londra'nın Doğu Yakası'nda bulunan Longharvest Sokağı'nda aynı noktada aynı insana ait ceset bulunuyor ve her dönemin dedektifi bu vaka üzerine yoğunlaşıyor. Ama mesele kesinlikle bununla da kalmıyor. Zaman yolculuğunun en klasik paradokslarından olan “büyükbaba paradoksu” ile karşılaşıyoruz. Zaman paradoksu yaratan bu yaklaşım ile “geçmiş değişmez midir? veya, geçmiş zaman yolcusunun artık var olmayacağı durumda gelecek başka türlü gelişecek midir? sorularını düşünedura izliyorsunuz bölümleri ardı ardına. Bununla da yetinmeyen dizi, insan kendi eylemlerini seçebilir mi? sorusu ile felsefenin alanına da girerek özgür irade ve özgür irade için bir tehdit olan determinizm hakkında da düşünmemize cesaret veriyor.

KIYASLAMADAN ÖNCE

Hayranlarının bu mini serinin fazlasıyla Dark’ı hatırlattığını söyleyeceğine eminim. Ama işler pek öyle değil bana kalırsa. Çünkü “Bodies”, Si Spencer tarafından 2014 yılında yazılmış ve Dean Ormston, Tula Lotay, Meghan Hetrick ve Phil Winslade tarafından çizilen DC Vertigo çizgi romanından uyarlanmış ve de ardından Paul Tomalin tarafından Netflix için yazılmış olan bir dizi. Yani 2017 tarihli Dark’tan üç sene önce yazılmış bir hikâye var ortada. Ayrıca Dark'ın aksine, Bodies'i takip etmek daha rahat ve hikâyeyi açıklamak için abartılı, çizelgeli bir çaba harcamadan beyin jimnastiği yapabiliyorsunuz. Kendine özgü cazibesi olan Bodies’in bölümleri su gibi akıp gidiyor ve hikâye de gayet tatmin edici bir sonuca varıyor. Yönetmen ve görüntü yönetmeni Joel Devlin’in 1890 Viktorya döneminin İngiltere’sini, İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşa çekilmesi için Almanlar tarafından bombalanan 1941 İngiltere’sini ve 2053’te geçen gelecek tezahürünü çok iyi yansıttıklarını düşünüyorum. İyi yazılmış karakterleri ve hikâyeyi oyuncular da başarıyla taşımışlar. Ben en çok 1941 yılındaki olayları ve o dönemin dedektifini sevdim.

Dizinin en çok tartışılan yönü, 1890 Londra’sında geçen kurgusundaki dedektif ve gazeteci eşcinsel ilişkisi. Bundan rahatsız olduklarını görüyorum insanların sosyal medyada. Oscar Wilde’ın eşcinsel olduğu için hüküm giydiği günlerden bu yana bazı zihniyetlerde hiçbir şey değişmemiş. Yuh!