Çevrecilerin, hukukçuların, gazetecilerin yıllardır dikkat çektikleri felaket 4 gün önce İliç’te gerçekleşti. Hem de 9 işçinin milyonlarca metreküp zehirli toprağın altında kalmasına yol açtı. Yazımı yazdığım sıralarda henüz işçilere ulaşılamamıştı. Konteyner ve araç içerisinde oldukları tahmin edilen işçiler için her geçen dakika umutları azaltıyor.

“Kimliği tespit edilebilen” işçilerin isimleri: Şaban Yılmaz, Kenan Öz, İbrahim Keklik, Adnan Keklik, Hüseyin Kaya ve Ramazan Çimen. Daha bu cümle bile yaşanan vahşi sömürüyü göstermeye yetiyor. Henüz kimliği tespit edilemeyen işçiler kayıp. İlk 2 gün isim bile söyleyemediler, 3. Gün 6 işçinin kimliğini açıklayabildiler. Kaçak işçi mi var? Sığınmacı mı çalıştırılıyor? Bu değilse daha çalışanlarını “sayamayan” bir sisteminin, tehlike içeren süreçleri doğru yönetmesi zaten beklenemez. Tek amacı en kısa sürede en az maliyetle en yüksek kârı sağlayıp yeni yağma alanlarına gitmek olan sermayenin böyle bir derdi de olamaz zaten.

Bu noktaya nasıl gelindi? Yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindi?

Cumhuriyet ve ekonomik bağımsızlık girişimleriyle birlikte 1925 tarihli “Maadin Nizamnamesinin Bazı Maddeleri ile Taşocakları Nizamnamesinin Tadiline Dair Kanun”, 1926 tarihli “Petrol ve Benzin İnhisarı Hakkında Kanun” ve 1933 tarihli “Altın ve Petrol Arama ve İşletme İdareleri Teşkiline Dair Kanun” gibi düzenlemeler ülkemizdeki yabancıların ve yurt içindeki özel sektörün imtiyazlarına da son vermeyi ve madenlerin devlet tarafından aranması ve işletilmesini hedefliyordu.

Ancak Demokrat Parti iktidarı ile bir yandan içeride özel sektöre alan açılmaya öte yandan yabancı sermayenin gelmesi için Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çıkarıldı ve diğer kanunlarda değişiklikler yapılmaya başlanıldı. O kadar ki 1954 tarihli petrol kanunun doğrudan bir Amerikalı uzmana hazırlatılıp, Elmer E. Batzell ve Douglas Ball adlı Amerikalı uzmanlar için özel kararname çıkarıldı, muhtelif firmalara “imtiyazlar” tanınmaya başlanmıştı. Daha çok Petrol üzerinde yürüyen bu politikalar 12 Eylül Darbesi sonrasında neoliberalleşmeye paralel olarak maden politikalarını da etkilemeye başladı. Özal’ın Morgan Guarantee’ye hazırlattığı “Özelleştirme Ana Planı”ve 3213 sayılı “Maden Yasası” Etibank gibi kurumların tasfiyesine giden süreci başladı. AKP iktidarı ile birlikte yasalardaki koruyucu/önleyici düzenlemeler itina ile ayıklanıp maden aramalarında “ÇED raporu gerekli değildir” denilecek kadar vahşileşildi. Hem de yerlilik ve millilik nutukları ve “ırmağının akışına ölürüm” türküleri eşliğinde…

Tüm bunlar iş cinayetlerinde artma, sendikasızlaşma/sarı-sendikalaşma, yoksullaşmaya paralel yaşandı.

Özetlemeye çalıştığım bu süreç Altın madenlerinde “vahşi madencilik/sömürge madenciliği” diye tanımlanan pratiği ortaya çıkardı. Çok basit bir şablonları var: önce ilgili kamu kurumları çalışmaz, hantal, zarar eden ve düzeltilemez olarak gösteriliyor. İtiraz eden meslek kuruluşları hain ilan ediliyor. Bunun için medya ve “popüler uzmanlar” kullanılıp raporlar yazılıp sempozyumlar düzenleniyor. Sermaye ve özel sektör kutsallaştırılıyor. Mevzuat değişiklikleri yapılıyor. Sonra aynı mekanizmalar falanca yerde “100 milyarlarca dolarlık altının” atıl vaziyette beklediğini, çıkarılırsa nasıl zenginleşeceğimizi propaganda ediyorlar. Yöre halkının istihdam edileceğini, çevreye zerre zararının olmayacağı anlatılıyor. Yörenin gazetecileri, bürokratları ödül gezilere götürülüyor. Güçlü siyasi figürler ortak ediliyor. Daha fizibilite aşamasında yeni konutlar inşa edilip, camilere, spor kulüplerine bağışlar yapılıyor. Böylece yerel itirazlar minimize ediliyor. İtiraz edenler davalarla yıldırılıyor, yok sayılıp meczuplaştırılıyor. Gerekirse rüşvetler veriliyor. Yetersiz kalınan yerde “güvenlik kuvvetleri” ve yargı devreye giriyor, tabiiki sermayenin yanında!

İliç emekçi ve eko-kırımına da aynen bu şablon hatta “suç yolu” (İnter Crimis) getirdi bizi. Bir avuç çevrecinin, yurtsever hukukçu ve mühendisin, gazetecinin görüp uyardığını, bu felakete engel olmak için örgütlenmiş bürokrasinin ve yargının görmemiş olması kabul edilemez. Kaldık ki 2022’deki siyanür sızması sonrası TMMOB, TBB, TTB gibi meslek örgütleri bu tehlikeye dikkat çekiyordu. O nedenle yaşanan bir “kaza değildir”, bir “toprak kayması” değildir. Vahşi madenciliğin “kırmızı pazartesidir.”

Tabii ki bir yazıya sığmayacak çok şey var. Ama yargının özellikle idari yargının bu vahşi madenciliğe karşı “sağlıklı bir çevrede yaşama” ve “yaşam hakkı” yerine iktidarın ajandasına göre hareket etmesi, cezasızlık gibi hususlar üzerinde ayrıca durulması gerek. Yıllardır bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışan Sedat Cezayirlioğlu’nun gözaltına alınması VeryansınTv gazetecilerinin sahaya sokulmaması bu tutumun göstergesi. Oysa Cezayirlioğlu, Av. İsmail Hakkı Atal, Yüksek Mühendis Cemalettin Küçük, ve Nihat Genç yıllardır bu tehlikeye dikkat çekip davalar açıyorlar, farkındalık yaratmaya çalışıyorlardı.

Devam etmeyi düşünüyorum.