KARANLIK GÖLGELER
Vampirler ve Cadılar: Yiyin Birbirinizi!

Filmdeki bütün hikâye eski sömürücülerle yeni sömürücülerin çatışması, “eski para”larla, sonradan görmelerin mücadelesi olarak görülebilir mi? Filmin en anlamlı okuması sanki böyle gibi geliyor bana. Filmin “eski erkek para”yı, “sonradan görme kadın para”ya yeğlemesi, kapitalist mantık içinde muhafazakar bir tutum


Daha seyredeli 4-5 gün geçmiş olsa da “Karanlık Gölgeler”i seyredeli sanki aylar olmuş gibi geliyor. Seyrederken kimi zaman eğlenmiş, gülmüş ve Tim Burton’ın tamamen suni ve kendine ait bir dünya kurma becerisine şapka çıkarmıştım. Aklıma biraz da Wes Anderson gelmişti. İki yönetmen de dekoru, eşyaları, set tasarımını çok önemsiyor, kontrolleri dışında tek bir çöpün bile perdeye yansımasına izin vermiyorlardı. Filmlerinin kendine ait bir renk skalası vardı. İkisinin de son filmlerinin yani “Moonlight Kingdom” ile “Karanlık Gölgeler”in yakın geçmişte, 60 ortalarıyla, 70 başlarında geçiyor olması da bu benzerliğe bu kerelik daha bir anlam katmıştı. Hatta iki filmde de çocuklara tedavi maksadıyla elektroşok uygulanması söz konusu oluyordu (psikiyatri ya da psikoloji öyle iğrenç olabilir ki!). Ve hatta her iki filmin de ilk aşka dair olduğunu söylemek mümkün. Sonra, “Moonrise Kingdom”ın 12’lik Suzy’siyle, “Karanlık Gölgeler”in 15’lik Carolyn’i çok benzer bir yabancılaşma yaşıyorlardı.

Her filmin kendi dünyası olması gerektiğini söyleyen bir yönetmen daha var: Reha Erdem! “Karanlık Gölgeler”de vampir Barnabas’la cadı Angelique’in öyle bir sevişme sahnesi var ki, sanki Kosmos’taki Battal’la Neptün’ün meşhur duvarlarda ve tavanda geçen sevişme sahnesinin yeni bir versiyonunu izliyoruz… Bütün bu şeyleri düşünmüş olmam, filmi pasif bir biçimde izlemediğime kanıt. Peki niye bu eskiden seyretmişim gibi hissediş? Neden filmin hızla zihnimin karanlık gölgeleri arasına geçişi?

AMERİKA’NIN EL DEĞMEMİŞ KOYLARINDAYIZ
Çünkü Tim Burton’ın filmi kopuk kopuk, filmin yan karakterleri karabatak gibi bir varlar bir yoklar, her şey iki boyutlu (film 3D gösterilse de). Peki konudan söz edelim biraz. Bir TV dizisinden adapte edilen film, Collins çiftinin 1750’de İngiltere’den Amerika’ya gelişiyle başlıyor. Baba Collins zengin biri, bir sermaye sahibi ve derhal bir balıkçılık imparatorluğu kuruyor Amerika’nın el değmemiş koylarında. ABD’de bu kökeni eskiye dayanan zenginlere “eski para” derler. Amerika’nın elitleri onlardır. Sanki zengin ve ayrıcalıklı olmak onların doğal hakları gibidir. Sonradan zengin olanlar sanki aynı değillerdir onlarla. Collins’ler yaşadıkları kente kendi adlarını verirler: Collinsport. Oğulları Barnabas (Johnny Depp)büyüyünce, malikanenin hizmetçilerinden Angelique’le (Eva Green) sevişir ama kıza aşık olmaz. Barnabas, Josette adlı başka bir kıza aşık olunca Angelique’in bir cadı olduğu ortaya çıkar. Kıskançlık krizine giren Angelique, Barnabas’ı vampire dönüştürür ve çelik bir tabut içinde toprağa gömer. Barnabas toprağın altında yatarken Angelique bir balıkçılık imparatorluğu kurar, Collins’lerin imparatorluğu ise inişe geçer. Derken 200 yıl sonra, tesadüfen Barnabas’ın tabutu açılır, Barnabas bir hışım çıkar ve olaylar gelişir… Barnabas’ın dönemi (1970’leri) anlama çabaları komik durumlar doğurur. Bu sırada evin mürebbiyesi ile Barnabas arasında bir aşk doğar. Angelique ise hâlâ ortalardadır ve bir patroniçe olmuştur, vs, vs.

KAPİTALİST MANTIK İÇİNDE MUHAFAZAKAR BİR TUTUM
Bütün bu hikâye eski sömürücülerle yeni sömürücülerin çatışması, “eski para”larla, sonradan görmelerin mücadelesi olarak görülebilir mi? Filmin en anlamlı okuması sanki böyle gibi geliyor bana. Filmin “eski erkek para”yı, “sonradan görme kadın para”ya yeğlemesi, kapitalist mantık içinde muhafazakar bir tutum. Ama bizim perspektifimizden bakınca tam “yesinler birbirlerini” durumu hasıl oluyor. Bana ne eski erkek vampirler mi kazanmış, yeni cadılar mı? Limandaki hakimiyet hangi şirketinmiş, bize ne? Hem biz bu Johnny Depp’i, bu Angelique’i ve Josette’i filan daha önce başka Tim Burton filmlerinde de görmedik mi?

Kısacası Burton/Depp dünyasında yeni bir şey yok, olan da sabun köpüğü gibi uçup gidiyor. Anderson’ın “Moonrise Kingdom”ı gibi, keşke filmin onlu yaşlarındaki karakterlerine yönelseymiş Burton da. Hiç olmazsa daha inandırıcı ve dokunaklı bir aşk hikayesi izlemiş olurduk.