ŞEREF BİLSEL İnsan yetiştiremedik yüz yıldır. Kafası olanda kulak yok, kulağı olanda kafa… Diz boyu karanlık, şükür ki bazı kafalar aydınlıkta hâlâ. Büyük bir susuzluk, her tarafta kurnası kırık çeşmeler, ağlayan yüzler, bütün bunlara gülen yüzsüzler… Tüketmek istediğiniz sözcüğü durmadan çiğneyin ağzınızda, başka bir şeye dönüşür zamanla. Seçmen, seçilmen, geçmem, geçilmem. İnsan, var olması lazım; […]

Yalan üzerine çeşitlemeler

ŞEREF BİLSEL

İnsan yetiştiremedik yüz yıldır. Kafası olanda kulak yok, kulağı olanda kafa… Diz boyu karanlık, şükür ki bazı kafalar aydınlıkta hâlâ. Büyük bir susuzluk, her tarafta kurnası kırık çeşmeler, ağlayan yüzler, bütün bunlara gülen yüzsüzler…

Tüketmek istediğiniz sözcüğü durmadan çiğneyin ağzınızda, başka bir şeye dönüşür zamanla. Seçmen, seçilmen, geçmem, geçilmem. İnsan, var olması lazım; taş, ağaç vardır, insan yoktur, çaba sarf ederse var olabilir. Eski zaman; av, avcı, tuzak, aldatma, kandırma ile iç içeydi, korunmak ve doymak için. Savaşları, şiddeti, çıkarları emzirir yalan. İnsan, yalandan uzaklaştıkça bir arada yaşamayı kolaylaştırdı, fabrikalar, atölyeler büyüdü, şimdiki zamana yaklaştıkça. Fakat insanlığın ilk zamanları gibi bugün çocuklarla ilişkimizde de yalan başköşede. Kandırma amaçlı, amaçsız. Bunca gölgeli hâtıra içinden yürüyüp gelmiş tuhaf insanlık. Yalan, değişmez bir kumanya olarak bakıyor insanın ağzına. Ağaçlara, denizlere, kırlara, en önemlisi rüyalara bakarken yalan da bakıyor omzumuzun üzerinden. “Yalan, korkunun tortusudur” derler. Yalanın önünde yürür dünya: yalan dünya.

Yalandır sözle yapılır, söze dolar, ağzı lekeler. Ağızda yangın çıkartır. “Aldanma ki şair sözü yalandır.” Öyle midir? Desem ki: Sevgilim seviyorum seni. Bütün hâllerini. Yürüyüşünden geriye kalan işmarı, önünden, ellerini beline koyarak geçtiğin tozlu aynaları da seviyorum. Yanımda olmasan da içimde buluyorum seni. Yani kısaca şu yüzümüze leke olup yapışan memleketin gökleri altında sen hep temiz, beyaz, güzel, sahici oldun bende. Gelmiyorum, aramıyorum, yazmıyorum halleri sana duyduğum mesafesiz sevginin şımarıklığı belki de. Yalan yok bu sözlerde, çok sevmekten duyulan taşkınlık var belki. Sen ne isen, ben o’yum şu an. Şimdi ben yalan mı söylemiş oluyorum. İnsanın kalbi yalan söyler mi? Demiştim, tekrar edeyim: karısına, başkasına âşık oldum diyemeyenler… Büyük bir yalanla evliler. İnsanın kalbi niye yalan söylesin? İnsanın başka neyi var insan olarak anılmasına ve içini başkalarına açıp dökmesine yarayan. Aklın soğukluğu değil mi hesap kitap içinde rüzgâr çıkartan, ömür dediğimiz sayfaları karıştırıp duran… Çok olan, güzel olmasın; güzel olan çok olsun. Çok, güzel olmasın; güzel, çok olsun. Bugünü havalandırmak için bu şart. Güzel ve iyi olanı çoğaltıp yaymak. Yalanın bulaştığı mevsimlere uygun giyinmemek şart.

Konuşan ilk insan yalan söylüyordu, aldatıyordu çünkü konuşamayanları. Yalanda aldatma, kandırma, gerçeği örtme çabası vardır. “Doğru söylediğin zaman kimse inanmayacak. İşte, yalan söylemenin cezası budur.” (Talmud).

“Bana yalan söyleme” diyor eşler bir birine. Patron, çalışanına; gerçek, sahte olana… Bana yalan söyleme diyor ölüm, hayata… Yalanda aldatma amacı da vardır elbet. Bir şeyi kaybetme, reddedilme korkusu yalanın sessiz baharatları arasındadır. Bütün bir toplumun çoğunluğuna yalan söyleme ihtiyacı duyanlar yok mu, Grekçe yazılmış bir gerekçe eşliğinde? “İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıkları insanlardan nefret ederler” der Hugo. Kutsal metinlerden dörtnala kovulmuş yalan. Yalancıktan bir süslü elbiseyle gezinir en hakiki törenlerde: cenazede, düğünde, şölende, seçimde. Vardır herkesin yalandan bir çadırı, tek başına kaldığında gece yarısı arayıp kendini, elleriyle dokunamadığı yapışan bir karanlığı. İnsan, insana niye yalan der? “Yalan çiçeklenir ama meyve vermez” der bir Afrika atalar sözü. Ve sürekli doğru söyleyen insanın adı zamanla neden yalancıya çıkar? Yalanın gerçek karşısında tahmin edemediğimiz soylu bir gücü mü var? Var’ın yokluk karşısında söylettiği yalan yok mu? “Her şeyi severim. Evde yiyecek bir şey bulduğumuz zaman sevmeyi öğrendik” (Jose Maura de Vasconcelos). Ne büyük incelik, ne ince büyüklük saklı burada. Ne yalan söyleyeyim öyle hissettim. ‘Ne yalan söyleyeyim’ diyen birini hizaya sokan yalan.

İş dünyası, borsa, spekülatörler, medyumlar, medya ahalisi, emlakçılar, pazarlamacılar, yaşam koçları, reprezantlar, tarafsız sıfatına yaslananlar, yüzüne bakınca hangi partiye rey atacağını anlayanlar, yenileme ihtiyacı ile yenilgi arasında bağ kuramayanlar, her türlü ikna aktörü, elektronik eşya tamircileri, evden eve nakliyat failleri, yüzümüze doğru açılan hemen her avcun (‘ünlü düşmesi’ne uğrayan ‘avuç’tan, insan sözcükleri de kandırabilir yeter ki niyet etsin!) gerisinde bekleyen nice ağız… Biraz yakından bakınca Giordano Bruno’dan neden nefret ettikleri açığa çıkar.

“Kendi kendine inanmayan her zaman yalan söyler” (Nietzsche). Ekmek yemiyoruz yalan yiyoruz; yağmurda ıslanmıyoruz, yalanda ıslanıyoruz; şarkı dinlemiyoruz, yalan dinliyoruz (“yalan yalan seni sevmediğim yalan”); ölmüyoruz, yalan oluyoruz; yaşamıyoruz, yalanıyoruz! “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama fark edemedik”. Bakın Voltaire ne diyor: “İnanılmayacak şeylere inanıyorum demek, yalan söylemektir.” Şair durur mu: “Bekle dedi gitti/ Ben beklemedim, o da gelmedi…/ Ölüm gibi bir şey oldu/ Ama kimse ölmedi” (Özdemir Asaf)

Sevgili dilimiz, dünyada çok az dilde rastlanacak ölçüde atasözü ve deyimlerle yüklüdür. Bu sözlerden biriyle bitirelim: “Ramazanda yalan söyleyenin yüzü, bayramda kara olur.”