Bir süredir İstanbul’da yaşamak giderek daha da korkutucu bir hal aldı benim için nedense. Yaşlandığımdan mı, bıktığımdan mı, artık saçmalıklara tahammülüm kalmadığından mı, giderek daha da fakirleştiğimden mi yoksa neden tam bilemiyorum her an bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum. İşin ilginç tarafı oluyor da. Yani gece 11-12 gibi kimsenin olmadığı bir sokakta yürürken kafanıza çöp poşeti de düşebiliyor. Ya da otobüsten inerken mutlaka sağdan bir motokurye size çarpabiliyor. Her gün bu ve buna benzer olayları gözleye gözleye gözlemeye döndüm. Mesela trafik polislerini izliyorum. Şu ana kadar 30 saniye içinde kural ihlali yapmayan herhangi bir araç görmedim. Mutlaka bir şey oluyor, kırmızı ışıkta geçiliyor, U dönüşü olmayan yerden dönülüyor… Zaten kural, kanun, yasa filan bunlar hep zor durumda olanlara çalışıyor. Mesela çakarlı araç olayı yasak mı değil mi, yıllardır ülkede çözülemeyen basit bir denetimsizlik örneği…

***

İstanbul’da bazı geceler “Şimdi deprem olsa ne yaparım?” diye uyanıyorum. Deprem çantam var, ev de sağlam da, hadi hiçbir şey olmadı benim ev ayakta. Çevremdeki onca bina, onca konut ne yapacak? Hadi sıyrıksız depremden çıktık. İstanbul’a yardım ne zaman gelebilir, şehirden nasıl uzaklaşılabilir? Malum havalimanına beton döktük, diğer havalimanı hava ters olduğunda çalışmama riski taşıyor. Zaten şehir şehir değil, dev bir serpme betondan kahvaltı. Yerken dişleriniz kırılıyor, ağzınızın içi kum doluyor. Nereye gideceksiniz, nasıl yıkıntıların arasından çıkacaksınız büyük bir muamma. 17 Ağustos Depremi’nden sonra gelen Japon arama kurtarma ekibine şoförlük ve çevirmenlik yapmıştım (Japoncam yok ama İngilizce ve Fransızca bir de Türkçe var), o yıllarda gördüğüm manzaradan sonra zaten uzun bir süre kendimize gelememiştik. Ardından 6 Şubat’taki depremden sonra yaşananları ve hâlâ da sürünmekte olan vatandaşları görünce, İstanbul depremini düşünmeden edemiyorum. Göz göre göre öleceğiz ve kimse de sorumlu olmayacak. Çünkü ülkede her şeye karar veren ama hiçbir şeyden sorumlu olmayan bir üst akıl hakim uzun süredir. Tamam güç sahipleri kayırılsın da arkadaş bu kadar da kayırılmasın. Eğer doğru yerlerde yakınlarınız varsa neredeyse istediğiniz her şeyin içinden geçebiliyorsunuz, bunu her gün görmek ve buna karşı bir şey yapamamak da zamanla ızdırap verici bir ruh haline sebep oluyor. Kimsenin hiçbir şeyden umudu kalmamış, gündelik yaşam zaten ızdırap gibi olmuş. Bırakın dışarıda yemek yemeyi, evde bile bir kap yemek yapmak, karpuzla beyaz peynir yemek bile lüks haline gelmiş… Zeytinin ve zeytinyağının vatanı olan ülkelerden birinde yaşayıp da zeytinyağına uzaktan bakmak çok üzücü ve gurur kırıcı. Hiçbirimizde artık gurur da kalmadı zaten. “Kötü günler geride kaldı, şimdi daha kötü günler bizi bekliyor” ruh halinden hiçbir şekilde çıkmanın yolu yordam yok. En ufak bir umut ışığı bile yok. 

***

Bütün bunlar olurken, ülke içinden günden güne çürürken, paramız pul olmaya devam ederken, sağ olsun muhalefet de kendi derdinde. Kimsenin düşünmediği bir halk, toprakları talan edilen bir vatan, ormanları ısrarla yok edilen bir doğa… Sadece holdingler ve başka holdinglerin rahat yaşadığı, güç sahibi olanın istediği suçu güven içinde işleyebileceği, belli yerlere yakınlıklarından dolayı çalışmadan huzur hakkı alanların huzur içinde varolduğu bir sirke dönüştük.

***

Bunca yıl toplanan deprem vergilerinin de çöken yollara harcandığı muhteşem bir varoluş içinde; 10 bin, 20 bin, 30 bin, 40 bin ya da 50 bin vatandaşın ölümüne “Hay Allah yaaa” ya da “Kader işte” diye bakılabilen bir gerçeklikte hiçbirimizin hayatları değerli değil. Acı ama gerçek, hepimizin başkalarının gözünde kirli bir mendil kadar bile değeri yok. Kesilen ağaçlar kadar fidan dikmek de ormanı geri getirmez. Böceğiyle, kuşuyla, suyuyla hayvanıyla, insanıyla hiçbir değerimiz yok, olmayacak da.