Batıda, özellikle ABD’de çok satan bir yazın türü var: Gerçek suç (true crime). Polisiye edebiyatın bu alt türünde, basit bir internet aramasıyla hakkında tüm bilgilere, hatta bazen polis ve mahkeme kayıtlarına bile erişebileceğiniz cinayetler ve büyük soygunlar, en çok da seri katil hikâyeleri, yazın dilinin olanaklarıyla okurun ilgisini çekecek pırıltılı anlatılara dönüştürülürek tüketime sunuluyor. 

Bu türle ünlenen popüler yayınevleri, seri katillerle ilgili kitapların adında genellikle cinsiyet belirten sözcükler kullanmaz. Ama bazı kitapların kapağında şu ifadelerle karşılaşırız: Kadın seri katil (female serial killer). Neden?

Öncelikle, ‘seri katil’ dendiğinde aklımıza çok sayıda erkek adı üşüştüğündendir elbette: Kitle kültürü ürünleri sayesinde Ted Bundy, John Wayne Gacy, Ed Gein; onlardan kat kat fazla cinayet işlemelerine rağmen, ‘üçüncü dünya’da yaşadıkları için o kadar ünlü olamayan Cavid İkbal, Pedro Lopez gibi isimler hep erkeklere aittir. Bu yüzden özellikle ‘erkek’ (male) diye belirtilmesi gereksizdir.

İdeolojisiyle, politikasıyla, eğitimiyle, dinsel kurumlarıyla bir bütün olarak değerlendirilmesi gereken erkek-egemen kültürde önce kadın ve çocuklara, ardından lgbti+ bireylere yönelik öyle aşağılayıcı bir bakış üretilir ki, bazı anlatılarda bu seri katillerin kurbanlarını ‘yok edilmesi gereken haşereler’ olarak -tıpkı Naziler’in Yahudiler’e yaklaşımındaki gibi- algıladığı vurgulanır. 

Yani seri katillerin tamamına yakını erkek olduğu, ‘kadın seri katil’ az bulunduğu için böyle bir yayın politikası güdülüyor olsa gerek, değil mi?

Belki böyle düşünen yayıncılar da vardır, ama gerçek dünyada, erillikten beslenen ve erilliği besleyen bir kitle kültürü dünyasında bu fazla iyimser ve indirgemeci bir yaklaşım olur. Yani ‘kadın seri katil’ ifadesi hiç de masum ve basit bir tanım değildir.

***

Kanada’nın ünlü eğitim kurumu McGill-Queen’s Üniversitesi tarafından 2001’de yayımına başlanan çok ilginç bir kitap serisi var. İlk cildi Spreading Misandry-The Teaching of Contempt for Men in Popular Culture (Erkek Düşmanlığını Yaymak-Popüler Kültürde Erkekleri Aşağılamanın Öğretilmesi) adını taşıyan seriyi Paul Nathanson ve Katherine K. Young yazmış. Diğer ciltler sırasıyla şöyle: Legalizing Misandry-From Public Shame to Systemic Discrimination Against Men (Erkek Düşmanlığını Yasallaştırmak-Kamusal Utançtan Erkeklere Karşı Sistematik Ayrımcılığa, 2006), Sanctifying Misandry-Goddess Ideology and the Fall of Man (Erkek Düşmanlığını Kutsallaştırmak-Tanrıça İdeolojisi ve Erkeğin Düşüşü, 2010), Replacing Misandry-A Revolutionary History of Men (Erkek Düşmanlığının Yerini Değiştirmek-Erkeklerin Devrimci Tarihi, 2015)

İtiraf edeyim, saygın bir üniversitenin yayımladığı bu seriyi ilk gördüğümde bir taşlama, erkek-egemen ideolojiye karşı ironik bir eleştiri sanmıştım. Ne yazık ki öyle değil, kitap adları çok ciddi (bu ifade bile çok komik, ama maalesef öyle)

İlk kitapta, dizi ve filmlerde erkeklerin ne kadar kötü gösterildiğinden hareketle, kültürel düzeyde son derece bilinçli bir erkek düşmanlığının (mizandri) yayıldığı iddia ediliyor.

Örneğin, Jane Campion’ın The Piano (1993) adlı filmi, erkek düşmanlığının sinemadaki en çarpıcı örneği olarak kitapta epey yer kaplıyor. Piyano’nun öyküsünü anımsarsınız: 19. yüzyılda, posta üzerinden anlaşmalı bir evlilik yapan Ada isimli dilsiz bir dul, kızı Flora ile birlikte İskoçya’dan Yeni Zelanda’ya taşınır. Yanında piyanosunu da getirdiğini gören yeni kocası, o piyanoyu ormandaki eve taşıtmak istemez, kumsalda bırakır. Ama Ada için piyano sadece tutku değil, aynı zamanda bir iletişim yöntemidir. Kadının yaşadığı burukluğu gören komşu çiftçi George, piyanoyu adamdan satın alır. Ada piyano çalmak istediğinde artık George’un evine gitmektedir. Kocasının korkunç ve düşmanca tavırları karşısında Ada, George’un şefkatine sığınır. Sonra olaylar ‘koca şiddeti’nin zirvesine doğru ilerler.

Yazarların bu anlatıdaki kötü koca figürünü erkek düşmanlığının bir ürünü olarak nitelediği kitapta, Müge Anlı tarzı programların prototipi olan Amerikan TV programlarından örnekler de var: Koca/sevgili şiddetiyle ilgili bu programlar da erkek düşmanı olarak tanımlanıyor. Hatta Nathanson ve Young, komedi filmlerinde erkeklerin gülünç durumlarda gösterilmesinden bile erkek düşmanlığı çıkarıyorlar. İşte bu kadar ‘ciddi’ bir çalışmadan söz ediyoruz! 

Kitabın mantığıyla ilerlersek, örneğin Bergen (2022) ve Dilberay (2022) gibi filmler açıkça erkek düşmanıdır, ama biraz uğraşırsanız Selvi Boylum Al Yazmalım’dan (1977) bile ‘mizandri’ çıkarabilirsiniz.

Bilimsellik ve nesnellikten uzak, koskoca insanlık tarihini görmezden gelen bu kitabın McGill-Queen’s tarafından yayımlanmasına şaşırmıştım. Sonra yazarların Donner Canadian Foundation’a teşekkür ettiğini görünce mesele çözüldü. Kanada ve ABD’de sağcı oluşumları besleyen bu vakıf, bireysel silahlanma için çalışan, küresel ısınmanın yalan olduğu iddialarını destekleyen feci bir neo-liberal oluşum. Parayı bastırdığı zaman üniversitede kitaplarını da bastırabiliyor demek ki...

Erkek-egemen ideolojinin bu kadar güçlü olduğu bir dünyada bazı katillerin kadınlığı işte bu yüzden özellikle belirtiliyor, ‘erkek’ sözcüğünü biraz daha aklamak için...