Bugün Türkiye’de büyük kanalların televizyon dizileri yurtdışına çok ciddi satışlar yapılmadan sürdürülemez boyutlarda. Televizyon

Bugün Türkiye’de büyük kanalların televizyon dizileri yurtdışına çok ciddi satışlar yapılmadan sürdürülemez boyutlarda. Televizyon dünyasında özellikle Ortadoğu ve Balkanlara yapılan ciddi program ve dizi satışları bir yandan dışarıya açılırken öte yandan ciddi bir gelir de elde ediyorlar. Oysa Türkiye’de sinema satışları, uluslararası bilinirliğin çok altındadır. Türkiye’de genel olarak yönetmenler ve bu yönetmenlerin anlaşmalı olduğu Avrupalı şirketler dünya satışlarını organize ediyorlar. Türkiye’de ciddi sistematik hiçbir kurumsallaşma ve şirketleşme yoktur ki ulusal sinemanın filmlerinin dünya haklarını, dağıtımını, televizyon ve DVD satışlarını organize etsin, filmlerimizin dünya gösterimlerini maksimuma çıkarmak için uğraşsın.
Türkiye’de Yeşilçam’dan beri sinemamızın yurtdışı satışları  hep rastlantısaldı ve kurumsallıktan uzaktı. Dahası yasal süreçlerde yurtdışına açılmak için hiçbir özendirici düzenleme de yapılmamıştı. Hatta Ertem Eğilmez’in anlattığı şekliyle, (1970’lerde), “ağaç ürünlerini yurtdışına satan bir firmanın aldığı ihracat desteğinden bile, odun siyasetçilerin sığ anlayışı yüzünden, sinemacılar yararlanamıyordu”. Bu yüzden kimi kişisel büyük başarılara rağmen, bugün Türkiye’de üretilen filmler örneğin küçük bir ölçekle sınırlı Almanya piyasası dışında, dünyanın değişik ülkelerine ve televizyonlarına satılabilir olmasına rağmen, filmlerimiz bir pazarlayanı ve kurumsal ilişki kuran “örgütün” yokluğu nedeniyle dışa açılma hep sınırlı kalmıştır. Tarlada yetişmiş ürünleri piyasanın ucuzluğu ve tarım desteklerinin yetersizliği nedeniyle çürümeye terk eden köylümüz gibi, sinemamız da ürettiği ürünlerin bütün çilesini çekip “dış satışlarını” yetersiz yapıyor.
Peki, dünyada durum nasıl gelişmiştir? Birinci önerme çok açıktır; sinema bir ülkenin bütün yirminci yüzyıl boyunca ve günümüzde dahi en önemli uluslararası ürünlerinden biridir. Bu nedenle ulusal bir politikanın olması gerekir. Bir filmin satılması yalnızca kendi geliriyle değil, uluslararası alanda pek çok geri dönüşü olan “özgül bir üründür”. Bu nedenle ve bu bilinçle, Hollywood’un kurumsallaşması döneminde ABD’nin konsolosluklarında inşa ettikleri ticari ataşelerin en büyük dertlerinden birisi dünya piyasalarına yayılmayı artırmak ve ABD filmlerinin ticari haklarını korumaktı. Aynı nedenle örneğin her tür kamu kurumundan korkan ABD bile, yarı resmi kurumlar oluşturmuş ve filmlerinin dünyanın değişik yerlerinde yerel dillerle gösterilmesini sağlayacak çeviri ve seslendirme yapacak çalışmaları organize etmişti.
İkinci olarak bugün teknolojideki büyük ilerlemeler vesilesiyle, bunlar çok daha kolay yapılabilir. Üçüncü olarak, pek çok ülkedeki sinema salonlarına ve televizyonlara satışlar Kültür Bakanlığının aktif çalışması ve işbirliği ile yarı resmi bir kurum kurarak ve konsoloslukların ciddi desteği ve çabasıyla, pek çok farklı ülkeye satışlar mümkün olabilir. Özellikle sanat filmleri söz konusu olduğunda, Türkiye’de iç piyasanın bu kadar sınırlı olduğu göz önüne alındığında, iç piyasadan çok daha büyük bir piyasanın açılması mümkündür. Hakikat şu ki, sinema alanında elimizde mamul var, hasat edilmediği için, şirketlerin depolarında çürüyor. Tek tek küçük şirketler ve sınırlı sayıda film üreten yönetmenlerin dünya piyasalarına açılmak için, Avrupalı bir şirketle anlaşmasının ya da festivallerde yüz yüze görüşmeler ile sınırlı sayıda satışın (o da ancak büyük festival başarıları elde etmişse mümkündür) dışında bir seçenekleri yoktur. Oysaki gerek batılı dünyada gerekse Asya’da ulusal sinemamız için yeteri kadar ilgi olduğu çok açıktır. Ama ne oluyor, dünya festivallerinde şöyle garip şeyler sıradan hale gelmiştir: Türkiye Sineması’ndan önemli bir film pek çok uluslararası festivale katılıyor, ama filmi temsil eden kimse yok, ne bakanlıktan ne de konsolosluktan, hatta bakanlıktan bir yetkili bulunsa dahi, filmin uluslararası galasına gitmiyor (bu gerçekten Sarajevo’da olmuştur).
Bugün sinema için baktığımızda, Yeşilçam’dan Yeni Sinemanın en büyük farkı şudur: gerçekten eğitimli, hatta büyük oranda otodidakt olan çok ciddi sayıda insan, neredeyse tutkuyla sinema yapmak istiyor. Sinema yaparken kendi tasarıları, fikirleri, düşünceleri, estetik ilkeleri çok daha ön planda. Bu insanların yaptıkları filmlerin önemli bir bölümü dünyaya açılabilecek nitelikler taşıyor. Ama sonuçta biraz da utanç verici bir şekilde, Güneşi Gördüm Oscar için –koşulları yerine getirmediği halde- gitmesi için abes kampanyalar yapılıyor ve muratlarına eriyorlar. Bugün Türkiye’de sanat filmi-festival filmi olarak addedilen, hatta kimi yerde bu nitelikleri nedeniyle küçük görülen filmlerin uluslararası açılım şansları çok daha yüksektir. Kültürel/siyasi/estetik saygınlıkları dış dünyada çok daha yüksektir ve bunun maddi getiri potansiyeli de fazladır.
Eğer bunlar değerlendirilmiyorsa, kötü niyetten değil, bunları örgütleyecek, bunları sistematik bir hale getirecek bir kurumsal beynin olmamasındandır. AKP döneminde, Antalya’da bir “film market” kuralım diye, pazarladıklarından çok daha fazlasını bizzat organizasyona harcayan ve şaşaa meraklısı yaklaşım düşünüldüğünde, beyin eksikliğinin ne kadar fazla olduğu daha da anlaşılır. Özellikle stratejik hatalar yapıldığında durum yıkıcı olmaktadır: örneğin, kesinlikle rakip olarak görülmemesi gereken Hollywood’un süprüntülerini oraya getirmek için çaba göstermek cahilliktir. Festival deyince akıllarına yalnızca kırmızı halı gelen insanların “şaşa merakı” yüz kızartıcı boyutlara ulaşmıştır. Açıkça söylemek gerekiyor: Türkiye’de sanatsal olarak film üretiliyor, ama bunlar desteklenmek yerine “bilinçli kısmi engellerle karşılaşıyor”, ikincisi ise her şeye rağmen üretilen filmlerin ise “hasadı” yapılmıyor. Dışa açılan Türkiye’nin karanlık yüzünden net bir portredir bu.