Yankı Yazgan "Yoksulluk, parasızlıkla ilişkili problemler ortaya çıkardığı gibi, işsizlik nedeniyle toplumda üretici bir rol oynayamama da ciddi bir stres kaynağı" diyor.

Yerel yönetimler yoksulluğun ruhsal etkileri karşısında neler yapabilir?

Funda Dörtkaş

Yoksulluk günümüzde her yaş grubunun dilinden düşürmediği bir gerçek halini aldı. Biz de yerel seçimler yaklaşırken Psikiyatrist Yankı Yazgan ile yerel yönetimler yoksulluğa karşı ne yapabilir sorusuyla söyleştik.

Yoksulluğun etkilerini azaltmaya yönelik sosyal yardım ve destek hizmetlerinde yerel yönetimler nelere dikkat etmeli? Özellikle dezavantajlı gruplar için hangi uygulamalara öncelik verilmeli?

Sosyal politika alanında çalışanlar başta olmak üzere bu alanda emek veren kafa yoran ve sayısı giderek artan çok grup ve kişi var, bu sorunuza daha iyi yanıtları olacaktır. Ben, oluşturulan sosyal politikaların ruh sağlığının farkında olarak, insanın sosyal/duygusal gelişimi ekseninde sosyal, ekonomik, politik ve ekolojik belirleyicileri arasında yer alan insan olma, insan kalma çabasını destekleyeceğine inanarak birkaç bilgiyi hatırlatayım.

Örneğin, babaların yoksullaşması, rollerini oynamasını zorlaştırıyor, bunu işsizlikle (iş varsa, işin yabancılaştırıcı etkileriyle) beraber değişen bir durum olarak düşünebilirsiniz. Babanın kendisine biçilmiş rolü oynayamaması, ruh sağlığını etkiliyor, ev içindeki davranışını da değiştiriyor. Şiddet ve başka aşırılıklar neticesinde babalarından uzaklaşan çocuklar, babadan almayı beklediklerini “başka yerlerde” aramaya başlıyor. Başka yerler neler? Oraya buraya savrulmalarını önlemek için bir tür çerçeve ya da barınak sağlayacakmış gibi görünen katı ideolojik yapılar, yobazlaşmış dinsel yapılar ya da yatıştırıcı, “uyuşturucu” faaliyet ve alışkanlıklar olabiliyor. Bu kopuşu ve savruluşu önlemek için neler yapılabilir? Babaların küçük yaştan itibaren çocuklarının hayatında daha fazla olmasını sağlayacak imkânlar yaratılabilir, beceri kazandırıcı çalışmaları ve üretkenliği sürdürmelerine olanak tanınabilir. Babalık becerilerini vurgulamak önemli, ama bu becerileri uygulayacak ruh halinde olmadan olmaz.

Aile değerlerini korumaktan sürekli söz edenler, bu iddialarında içten olduklarını varsayalım, ailelerin dağılmasının, bir arada duramamasının ana nedenlerini yanlış yerde arıyor.

Dünyanın birçok yerindeki benzer süreçlerde yoksulların aileyi bir arada tutmak için gereken ruhsal kaynaklara, dışarıdan sağlanacak desteklere ve yaşamlarını kolaylaştıracak araçlara erişememesi, ana etkenler olarak ortaya çıkıyor. Örneğin, ABD’de orta ve üst sınıflarda evlilikler daha uzun sürüyor, boşanma oranları daha düşük. Ülkemizdeki duruma bakarsak, çocukların içinde büyüyecekleri evleri ve aileleri, gelişecekleri okulları iyileştirerek yoksulluğun ve eşitsizliğin etkilerinin hafifletilmesi (ortadan kaldırılması uzak bir hedef kalsa bile) için neler yapılabilir? Eşitsizlikle, yoksullukla mücadelenin sosyal ve politik bir sürecin sonunda başarıya ulaşmasını beklemeksizin yapılabilecekler nelerdir? Bireyler ne yapabilir? Ülkemize ilişkin verilere erişemesem de ABD’ye ilişkin veriler, yoksul ancak anne-babasıyla birlikte bir ev ortamında büyüyen çocukların yoksulluk zincirini kırmasının daha muhtemel olduğunu gösteriyor. “Çocukların ruh sağlığı için ev ortamında neler gerekli?” diye sorarsanız, iyi geçinmek ve iyi geçinmek diyebilirim (annenin ve babanın dayanışması, sevgi ilişkisini muhafaza etmesi ve evin geçimini sağlayabilmesi). Hatırlaması kolay olsun diye, GG de denebilir.

Yerel yönetimlerin somut katkısı olabilecek alanlar neler olabilir?

En çok etkilenen noktaları, ihtiyaçların niteliğini inceleyerek somut programlar geliştirebilirler. Zaten yapılmakta olan küçüklü büyüklü birçok iş var. Ama ben yaşamın ilk yıllarını önceliklendiriyorum: Yoksulluk, çocuklar üzerindeki etkisini henüz anne karnındayken göstermeye başlıyor. Annenin beslenme biçimi, gebelik dönemindeki stres, yaşam ortamlarında toksik maddelerin çokluğu gibi çevresel etkenler, genetik yapı üzerinde olumsuz etkiler yaratıyor ve beyin gelişimini aksatıyor. Gebelik döneminde “iyi” koşulların yaratılmasının gerekliliğini gösteren bu bulgular bir yandan da moral bozucu. Henüz hayatın ilk aylarındayken bile diğerlerine göre geriden gelen bir gelişim çizgisindeki yoksul bebeklerin geleceği nasıl olacak? Koşulların düzeltilmesiyle tersine dönebilecek bir kötü gidişten söz edebilir miyiz? Annenin ve babanın güçlendirilmesi, bebeğin beyin/zihin gelişiminin düzeltilmesi için yoksulluktan kurtarılması yeterli olacak mı?

Yoksulluk, parasızlıkla ilişkili problemler ortaya çıkardığı gibi, işsizlik nedeniyle toplumda üretici bir rol oynayamama da ciddi bir stres kaynağı. Bağımsızlığını bir türlü kazanamama, “düşük statü”lü ruh durumunun stresini pekiştiriyor. Bu öyle bir stres ki, toplumun en altında olmanın, “sürü”den uzak düşmeye her an daha fazla yaklaşmanın getirdiği yok oluş kaygısıyla birlikte yükseliyor. Stresin kimyasal iletkeni kortizol düzeyinin, toplumsal statüsü düşük primatlardaki yüksekliğini depresif duygudurum bozukluklarında da sıkça görebiliriz. Kortizol yüksekliğinin annenin ya da babanın bellek ve muhakemesi (ve çocuk büyütme yaklaşımları) üzerine negatif etkisi, çocukta da strese dayanıksızlık ve kolayca dağılabilme gibi kırılganlık noktalarına yol açıyor. Stres yoğunluğuyla karar mekanizmalarının zayıflaması arasındaki bağlantıyı aşmak, henüz zamanın yıpratıcı etkileri devreye girmemişken müdahale etmek, küçük bebeklerde daha kolay olabilir.

Yerel yönetimler, gebelik başladığı andan itibaren annelere destek olabilir. Bazı ülkelerdeki nakit transferi, beslenme desteği gibi ekonomik veya ziyaretçi hemşire gibi psikososyal nitelikteki uygulamalara bakıldığında çocuğun gelişimi en azından olumsuz etkenlerden korunabilir. 

Bebeğin doğumundan sonraki dönemde çocuk bakımında (kreş öncesi dönemde de) annelere destek verilmesi, annenin çalışma hayatına katılmasına, üretkenliğe, kendi bakımına zaman ayırmaya imkân tanır, çocuk ve anne için gelişime uygun bir alan açılmasını sağlar. Yerel yönetimlerin, okul öncesi olarak tanımlanan ve ülkemizde evrensel eğitim haklarının tam kapsamında olmayan dönemdeki çocuklara sunacağı her türlü eğitim desteği, sadece kreşle sınırlı kalmayan uygulamaları (oyun alanları, doğa içinde hareket imkânı vb) eşsiz bir değer taşır. Öte yandan, yoksulların, yıpranmış, çökkün bireylerin ve toplulukların kendilerine sunulan olanakları etkin kullanmakla ilgili zorlukları olduğunu görelim. Sunulan kaynağın kullanılmasını sağlamak, katılımcı toplumsal ortamlar yaratmakla, bu ortamların toplulukları canlandırıcı, toparlayıcı etkisini harekete geçirmekle mümkün olabilir.

Gündelik hayattaki şiddet, öfke, nefret, mutsuzluk, umutsuzluk, stres gibi olumsuz duygulara, toplumsal huzura ve barışa yoksulluğun doğrudan müdahalesi olduğunu söylemek mümkün mü?

Düşük gelirli, yoksul ya da azınlık veya sığınmacı ailelerde, aile içindeki düzeni ve iletişimi bozan “yapısal şiddet” olarak yoksulluk, ailenin tüm üyelerini ama en çok çocukları, çocuklar içinde de en fazla özel gereksinimleri, nöro-gelişimsel problemleri ve kronik sağlık sorunları olan çocukları etkiliyor. Aileler, çocuğun ihtiyacı olan güveni vermekte ve güvenliği sağlamakta zorlanıyor, yetişemiyor, bazen ihtiyacı görecek halde olmuyorlar. Okul, bu durumlarda çocukların gelişimi için güvenli alan alternatifi. Bu güvenli alanın canlı ve gelişimi besleyen bir alan olarak görülmesi gerekiyor.

Genç yetişkinlerin de önemli bir risk grubu oluşturduğunu eklemeliyim. Yaşam koşullarının zorluklarıyla, başta yoksulluk, eşitsizlik ve toplumsal statü kaybı gibi etkenlerle karşılaşmanın hem depresyon semptomlarını hem de intihar düşüncesini tetiklediğini gösteren çok sayıda çalışma arasında Caspi’nin 2003 yılında Science dergisinde yayımladığı (sonraki yıllarda farklı çalışmalarla da sınanan) araştırması özellikle yol gösterici. O dönemde, özellikle biraz abartılı biçimde “intihar geni” olarak adlandırılan 5-HTT genini taşımanın tek başına bir psikopatoloji ve intihar düşüncesi/davranışı doğurması başta düşük bir olasılık ancak geni taşıyan kişinin yaşadığı zorlayıcı hayat olaylarının sayısı arttıkça aynı olasılık hızla yükseliyor.

Depresyondaki gençler, yaşça büyüklerinden farklı olarak, üzgünden ziyade öfkeli ve kızgın oluyor. Depresyon, duygudurumda uzun süreli çökkünlük, keyifsizlik, derin karamsarlık gibi duygulara ve düşüncelere neden oluyor. Fizyolojik işleyişin bozulmasına bağlı olarak uyku, iştah ve bellek/dikkat gibi işlevler aksıyor, duyguların ifadesinde zorlanan kişilerde ağrılar, dolaşım ya da sindirim sistemi sorunları gibi başka alanlara da taşan ve tüm organizmayı etkileyen bir süreç yaşanıyor. Gençlerde öfke, gerginlik gibi (ilk bakışta depresyonla ilgisi kurulamayan) değişiklikler söz konusu oluyor. Umutsuzluk, yaşamaktan vazgeçme eğilimini güçlendiriyor. Diğer yandan, gencin duygularının farkındalığı artarsa, duygularıyla yaşantısı arasında ilişki kurulabilirse, öfkenin ve kızgınlığın kendine ve çevreye dönük tahripkârlığı azalıyor. Bu olumlu katkıyı okullardaki, üniversiteleri de dahil ederek söylüyorum, ruh sağlığı koruyucu ortamları, duygusal güvenli iklimleri sağlamayı hedefleyerek sağlayabiliriz. Klinik düzeydeki durumlara müdahale etme olanaklarını çoğaltmak, farkındalığı arttırmak, kendimiz dışında başkalarındaki ruhsal değişiklikleri fark edip yardım etme fırsat ve bilgisini sağlamak işin bir diğer yanı. Bu tip yaklaşımların örgütlenmesi kimin işi? Bir kamu sorumluluğu, ama kenara çekilip beklemek de mümkün değil.

Yoksulluk ve zenginlik arasındaki ayrım günümüzde sosyal medya kanalları aracılığıyla hem seyirlik hale getiriliyor hem de kendinde olmayanı başkasında olanla ikame etmeye, hatta hayıflanmaya neden oluyor. Bir şekilde “yırtmak”, “zengin olmak” anlayışının gerek bireysel gerek toplumsal yaşamda bu denli kabul görmesi ne gibi sorunlara yol açıyor? Bu bakış açısının bireylerin duygu dünyasına etkisi nedir?

Sosyal medyada daha ziyade kendimize benzeyenlerle kıyaslama yapıyoruz. Benzerlerimizde olanı elde edememiş, yapabileceğimizi yapamamış olmak, ciddi bir kayıp duygusu yaratıyor (üzüntü, haset vb). Öte yandan, sosyal statünün konsolide olmasına paralel olarak erişemeyeceğimizden emin olduklarımızın, kendimizden “üstte” gördüklerimizin, kaynaklarını, olanaklarını sergileyişini yadırgamıyoruz, uzaktan seyretmekten adeta keyif alıyoruz. Olmadığımız ve olamayacağımız durumların kötü taklitlerini edinmek yetebiliyor. Bu bir kabulleniş ya da vazgeçişten ziyade kendimizi konumlandırdığımız yerin gereği gibi hissedilebilir. Bu durumdan kendi çabamızla, emeğimizle çıkma olasılığını göremediğimizde, yan veya arka yollara, ahlaki olarak kabul etmediğimiz ama “mecbur” kaldığımız yollara doğru gitmekten başka bir çıkış gözükmeyebilir. Bir tür boyun eğiş simgesi, maalesef.

Not: Söyleşinin bir kısmı CHP Belediye dergisinin Eylül 2023 sayısında yayımlanmıştır.