Edebiyatımızın en önemli isimlerinden Mehmet Eroğlu, yeni kitabı ‘İyi Adamın On Günü’ ile okurlarıyla buluştu. Eroğlu psikolojik tahlillerinin yanı sıra polisiye olay örgüsü ile bu romanında okurlarını farklı bir yolculuğa davet ediyor. • Tür olarak polisiyenin de rengini verdiği bir eserle karşımızdasınız. Diğer kitaplarınızdan biraz farklı nedeni nedir?  Aslında tema, kurgu ve karakter seçimi açısından […]

Zenginlik bu gezegendeki  en tehlikeli hastalıktır…

Edebiyatımızın en önemli isimlerinden Mehmet Eroğlu, yeni kitabı ‘İyi Adamın On Günü’ ile okurlarıyla buluştu. Eroğlu psikolojik tahlillerinin yanı sıra polisiye olay örgüsü ile bu romanında okurlarını farklı bir yolculuğa davet ediyor.

• Tür olarak polisiyenin de rengini verdiği bir eserle karşımızdasınız. Diğer kitaplarınızdan biraz farklı nedeni nedir? 

Aslında tema, kurgu ve karakter seçimi açısından İyi Adamın On Günü’nün, bana sorarsanız, önceki romanlarımdan pek farkı yok. Yine de eğer bir fark varsa, gerilimin bu kez polisiye bir tarz taşımasından; romanın bir olayı çözme, birisini bulma hikâyesi olması. Böyle bir tarz seçmemin nedeni şu: Yıllardır Umag Vakfı’nda kurgu seminerleri veriyorum: Bu seminerin konu başlıklarından birisi de “önerme ile kurgu ve hikâye sonunun uyumu, sonun önermeyi nasıl ortaya çıkaracağı, metinlerin iç örgülerinin nasıl sıkılaştırılacağı, karakterin metin boyunca değişmesi gibi…” İyi Adamın On Günü işte bu ders için, örnek olarak benim tarafından önce tretman gibi tasarlandı, sonraki birkaç ay içinde de romana dönüştürüldü.

• Romanın baş karakterlerinden Sadık’ın iyiliğinin başkaları tarafından hep kötüye kullanıldığını öğreniyoruz. Günümüzde iyilik fikrine Mehmet Eroğlu nasıl bakıyor? 

İnsanlar, en azından çoğu, başkalarını istismara, kullanmaya yatkındırlar. İyilik de bu açıdan oldukça iyi bir istismar konusu. Tabii iyi insanların istismara, kullanılmaya açık, yatkın olduğunu da unutmayalım. İyilik savunmasız bir insanlık durumu. Kötülük, bencillik gibi kendine yönelik keskin bir dikkati yok. Gelelim edebiyatta iyiliğe: Aslında edebiyat, sevaptan çok günaha, iyilikten çok kötülüğe yakındır. O nedenle biz romancıların gerçek malzemesi kötülük. Ancak kötülüğün bulunduğu her yerde tabii ki iyilik de var. Erdemlerse acılarımıza verdiğimiz karşılıktır. İyilik bir anlamda erdemli olmak demektir. Ancak iyilik ve erdemlerin çoğu, ahlak (erkeksi ve küçük burjuvanınki) ve dinler tarafından ele geçirilmiştir. Bu çağda iyi olmak ancak yeni erdemler keşfetmekle mümkün: Gezegenle, insandan başka canlılarla ilgili erdemlerden söz ediyorum… zenginlerin hayırseverliğine gelince. Onlar aldıklarının bir kısmını geri veriyorlar o kadar.

ADALET İÇİN EYLEM GEREKİR

• Romanın sonlarında adil olmak istiyorsanız hep iyi kalamazsınız cümlesi var. Bu ikilem hep yaşanmak zorunda mı? 

Evet, adalet dediniz mi, adaleti sağlamak için eylemsiz kalamazsınız. Adalet sağlanırken de adaleti korurken de –hoş olmasa da- şiddet gerekiyor. Çünkü eylem, iyilik gibi edilgen değil, etkindir. Bu açıdan bu ikilem bir gereklilik olarak önümüze çıkıyor. Zaten adaletin bir elinde eşitlik kavramı, terazi, öteki elinde de kılıç var. Alyoşa ya da Mişkin olarak düzen değiştirilemiyor, adalet korunamıyor.

• Romanlarınızda psikolojik tahliller ile birlikte yaşanılan dönemin politik atmosferi de genişçe yer buluyor. Özellikle seks işçiliğine zorlanan Suriyelileri bu yüzden mi seçtiniz? 

Roman, daha doğrusu iyi roman her zaman insana odaklanır. Böyle romanlar insanda var olan insanlık durumlarını araştırır, ortaya çıkarır ve altını çizer. Örnek: Cervantes ve Don Kişot. Ancak yazar bunu yaparken hiçbir zaman insanı çevresinden izole ederek anlatmaz, anlatmamalıdır. Romanın, karakterlerin ardında her zaman toplumsal bir kanaviçe, bir fon olmalıdır. Öyle ki okuduğumuzda arkada zamanı, mekânı, karakterleri, olayları biçimleyen öğeleri görmeliyiz. Durum böyle olunca, romanlara toplumumuzda olup bitenlerin, renklerinin, gerçeklerinin acılarının yansıması son derece normaldir ve zaten de öyle olmalıdır. Suriyelilere gelince, ülkede şu anda milyonlarca Suriyeli göçmen var. Daha önce Afganlar, Iraklılar gibi. Göçmenin, hele savaştan kaçmışlarsa, bedeni, ruhu ve tabii emeği her türlü istismara açıktır. Ben yazları dört ay İzmir’in bir ilçesi olan Karaburun’da yaşıyorum. Sakıza bakıyoruz. Her hafta onlarca göçmen yakalanıyor. İzlemek yürek dağlayıcı. Kıyıya vuran cesetlerden söz etmiyorum. Uygarlığın, insanlığın beşiği Ege ve Akdeniz Dünya’nın en büyük denizaltı mezarlığı oldu. Nasıl olur da göçmenlerden söz etmeyiz, onları yazmayız…

• Dostoyevski’ye ve onun karakterlerine romanda sıkça rastlıyoruz. Çağımızın haleti ruhiyesini anlatmak için mi seçtiniz bunu yoksa daha farklı bir amacınız mı var? 

Bazen bir şeyi iyi ve kestirmeden anlatmanın yolu, fotoğraf göstermektir. İnsanlık durumlarını anlatmak için de bilinen, adları simgeleşmiş edebiyat karakterlerini böyle kullanırız. Don Kişotluk yapma, Don Juan’ın teki, Adam sanki Romeo, Oblomov gibi. Dostoyevski’nin hemen hemen her insanlık durumu için mutlaka unutulmaz bir karakterleri vardır. Benim, İyi Adamın On Günü’nde yaptığım da -özellikle karakterlerin davranışlarını belirginleştirmek açısından- bir anlamda bu yönteme başvurmak. Yaptığıma başka bir anlam yüklemek istersek, elime fırsat geçtiğinde, büyük Ustayı anma isteği de diyebiliriz.

• Kötülük, haz şehvet gibi duygular romanda felsefi olarak da işlenmiş. Bu bağlamda sizi en çok etkileyen filozoflar ya da düşünürler kimler? 

Edebiyat söz konusu olduğunda beni etkileyen bir filozoftan söz etmek zor. En azından benim değerlendirmem böyle. Çoğumuz gibi birçok filozof okudum. Klasikler bir yana, Nietzsche Kierkegaard ve Schopenhauer’i ilginç bulurum. Edebiyatta beni etkileyenler, filozoflardan çok yazarlardır. Ama hayatımı etkileyen filozoflar var tabii: Marks. Bu filozofların özellikle Marks’ın romanlarıma etkisi direkt olmaktan çok endirekttir demek belki daha doğru olur. Marksizm bana bir bakış açısı, soru sorma yeteneği kazandırmıştır. Roman da biraz bakış açısı ve yıkıcı sorudur.

ZENGİNLİK OLMAZSAEZİLEN DE OLMAZ

• Romandaki en vurucu cümlelerden birisi ‘Zengin olup da iyi biri var mıydı?’ Bu cümleden hareketle Türkiye’ye ve dünyaya baktığımızda siz ne görüyorsunuz?

Zenginlik bu gezegenin üstündeki en tehlikeli hastalıktır, mutlaka yok edilmelidir diye yazmış birisi olarak şu açıklamayı yapmalıyım: Sorun, zenginlik ya da zenginlerden çok, kişilerde yoğunlaşan, biriken zenginlik aslında. Bu tür zenginliğin olduğu yerde iyilikten söz etmek mümkün değil. Dinler de önceleri devrimci ve yoksuldan yanayken sonraları hep zenginliğin, otoritenin yanında saf tutmuşlardır. Zenginliğin birikmesi, edinilmesi asla masum değildir. Zenginlik yoksa yoksulluk, ezilen de yoktur. Zenginlik evet en kötümüzde, en çirkinimizde bile çekici durur ama ancak sanat, bilim ve keşif için harcandığında meşrudur ve kullanmada ustalık gerektirir.

Türkiye’ye baktığımda ne mi görüyorum? Birçok şey: Mesela kul hakkı yemeği haram sayanların, sendikalara düşman olmasını, grevleri yasaklamasını… Toplum için gereken zenginliği hafife almıyorum, hafife aldığım yeni zenginlerimiz. Zenginlik kentliyse belki tahammül edilebilir. Bizde durumu dramatikleştiren, yeni zenginlerimizin taşra, taşralı karakteri. Bunlar “hür teşebbüsü” fırsatçılık, talancılık sanan asalaklar. Onlarda hiç ama hiç iyilik görmüyorum.