Livaneli “Ne var ki, kapitalizmle bütünleşen kitle iletişimi, hangi çalışmaların halka ulaşacağında, hangi sanatçıların nasıl tanınacağında belirleyici hale gelince, “çok satmak”, sistemle işbirliğinin kanıtı diye değerlendirilir oldu” diyor.

Zülfü Livaneli: Edebiyat bir anlama uğraşıdır

Zafer Köse

Usta yazar, büyük sanatçı Zülfü Livaneli ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşide edebiyattan, piyasa ilişkilerine, sosyal medyaya pek çok konuya değindik.

Livaneli, “Roman, üç-beş yüzyıllık ama çok köklü bir sanat. Toplum ve birey gerçekliği devam ettiği sürece roman hep hayatımızda yer alacaktır. Kişinin içinde yaşadığı koşullarla, toplumla, dönemin getirdikleriyle ilişkisi… Bu mesele romanın varlık nedeni” diyor.

Jack London, yeni bir yazarın ortaya çıkışını bir mucizenin gerçekleşmesi olarak görür. Bu sözünün üzerinden yüz yıldan uzun süre geçti. Artık yeni bir yazarın “ortaya çıkması”, yani kitabını bastırması daha kolay, ama kendini kabul ettirmesi, edebiyatta kalıcı hale gelmesi… Hâlâ mümkün müdür sizce?
Bir sanatçı sonraki kuşaklara kalan yapıtlarını, içinde yaşadığı dönemle ve toplumla ilişkisi sonucu üretebilir. Yani kalıcılık, ancak çağının hakkını vererek oluşabilir. Bu nedenle, ortaya çıktığı koşulları dikkate almadan bir sanatçıyı anlamak pek mümkün değildir. Jack London, Amerika’da kitle iletişiminin belirleyici olmaya başladığı bir dönemde ortaya çıktı. Aslında bu “kitle iletişimi” olgusu, geçtiğimiz yüzyılın en kritik toplumsal ve entelektüel meselelerinden biriydi. Plakları, kitapları, görsel ürünleri kolayca kopyalanıp çoğaltan teknolojideki gelişmeler, bu gücü elinde tutanların silahına dönüştü. Gelişmiş ülkelerde yüzyılın ilk yarısında, diğer ülkelerde ikinci yarıda, medya bir iktidar bileşeni haline geldi. Hatta insanların kitleler halinde Hitler gibi faşist diktatörlerin peşine takılması da böyle bir güç olmadan sağlanamazdı.

Önceki yüzyıllar ve binyıllar boyunca, kendi doğallığı içinde gelişen halk beğenisi böylece iktidarların kontrolüne geçti. Artık iyice gelişmiş yöntemlerle, insanların hangi tür müziği, nasıl bir edebiyatı seveceği belirleniyordu. 

Böylece insanlığın hayatına “popüler kültür” gibi, “bestseller” gibi kavramlar girdi değil mi?
Bu durum, özellikle yarı aydın çevrelerde büyük bir kafa karışıklığına neden oldu. Önceki kuşaklarda halkın en sevdiği çalışmalar en nitelikli olanlardı. Onlar hayata dair en derinlikli ürünlerdi. Bu topraklarda yaşayan Homeros, Yunus, Karacaoğlan, Pir Sultan, Nâzım… Elbette Beethoven da, Dostoyevski de halkın en nitelikli müzikten anlayacağına, en derin anlatıların değerini bileceğine inanmasa o eserlerini yaratacak gücü kendilerinde bulamazdı.
Ne var ki, kapitalizmle bütünleşen kitle iletişimi, hangi çalışmaların halka ulaşacağında, hangi sanatçıların nasıl tanınacağında belirleyici hale gelince, “çok satmak”, sistemle işbirliğinin kanıtı diye değerlendirilir oldu.

Bunun sonucunda, hayattan kopuk bir tür “oyun” gibi üretilen çalışmalar yaygınlaştı. “Çok satmayı reddetmek” görüntüsü yaratmanın bir yoluydu artık, hayata dair olmayan “yüksek” sözler etmek. İktidarlar zaten her zaman halk sanatına karşı olmuştur, bazı entelektüel çevreler de toplumun dışında kalmak tercihi gelişti.

Yaklaşık 18 yıl oluyor, size ilk roman çalışmamı sunduğumda bu yöndeki eleştirilerinizi almıştım. Yazdıklarımı fazla “yükseğe hevesli” bulmuştunuz ve “derinlik” konusunda gelişmem gerektiğini söylemiştiniz. Hatta hep gözümün önündedir; beni yolcu ederken sözünüzü tamamlarcasına vurgulamıştınız: “Unutma, büyük sanat, halkın anladığı sanattır.” Ne dersiniz?
E, doğru söylemişim… Edebiyat konuşmak, yazma tekniklerini, hikâye fikirlerini konuşmak elbette keyiflidir. Sanat zaten bir yönüyle de hayatımızdaki bir sığınaktır. Ama yine de edebiyatçının asıl işi, edebiyat konusunda düşünmek değildir; hayat üzerine düşünerek, hayatı anlamaya çalışarak üretilir edebiyat. Sadece anlatmak değil, insanı anlamanın bir yoludur. Bir anlama uğraşıdır.
Bu nedenle, aslında yazarın dünya görüşünden bağımsız bir edebiyat anlayışı olamaz.

Çok önemli ve büyük bir konu. Ama bu söyleşinin odağından uzaklaşmamak için, tekrar Jack London’a dönmek istiyorum. Bir sanatçının, bir edebiyatçının ortaya çıktığı koşuların belirleyici olduğundan söz ediyordunuz…
Evet, London, kitle iletişim iktidarlarına kendini kabul ettirmek için çok çetin bir mücadeleye girişen ve buna rağmen edebiyatın kadim değerlerinden kopmadan, insanlığın bir yaratıcısı olmayı başaran ilk yazarlarımızdandır. Çağının hakkını vermiştir. Bu sayede de kalıcı hale gelmiştir.

Madem biraz kısa tutmaya çalışıyorsun, ayrıntıya girmeden şunu ekleyeyim: Çağın hakkını vermek için dönemi, yeni iletişim yollarını iyi anlamak, yeni gelişen insan özelliklerini analiz etmek gerekiyor, ama bu, uyum sağlamak anlamına gelmiyor. Ancak direnerek çağımızın hakkını verebiliriz.

Siz de Türkiye’de kitle iletişiminin iktidar haline gelmesinden hemen önce ortaya çıktınız. Ve varlığınızı o iktidar döneminde sürdürdünüz. Son Ozan kitabımda, Livaneli sanatını ve dünya görüşünü bu açıdan bakarak incelemeye çalıştım. Medya çağındaki Livaneli’nin varlığını, kültür hayatımızdaki iktidarlara karşı bir halk direnişi olarak yorumladığımı anlatmaya çalıştım. Ne dersiniz?
Bildiğin gibi, yurtdışında kaydettiğim şarkılar, benim herhangi bir girişimim olmadan, kendiliğinden, kopyalanan korsan plaklarla falan toplumda birdenbire yayıldı. Bu bir kitle iletişimi yönlendirmesiyle olmadı. Ama senin de dikkat çektiğin gibi, sonraki bütün ömrüm, medyanın iktidar döneminde geçti. Medyanın ortaya çıkardığı değil, önleyemediği, halkın sahip çıktığı bir sanatçı olarak yaşadım. Hatta medyada da bu şekilde yer aldım.

Ve artık, bir anlamda, sosyal medya çağında yaşıyoruz. Kitle iletişim güçleri hızla etkisini kaybediyor. Ne var ki, bu sefer de aynı toplum içindeki insanlar, birbirinden ayrılan atomlar gibi yaşıyor. İnsanlığın neredeyse bütün konuları; özgürlük gibi, adalet, estetik gibi en toplumsal kavramlar bile, bireysel dünyalarla sınırlı biçimde algılanıyor. Düşünmek yerine kanaat belirtmek, sanatsal veya felsefi tavırlar yerine sosyal medyada anlık tepkiler… Böyle bir dönemde, daha çok romanlarınızla sanat üretiminizi sürdürmeniz, içinde yaşadığınız dönemin moda iletişim tarzlarına karşı bir direniş gibi de yorumlanabilir.
Roman son yıllarda çok ilginç bir işlev görmeye başladı toplumda. Üstelik gittikçe de daha yaygın karşılık buluyor. Eskisinden farklı bir konumda elbette, ama sahiden de toplumun bir tür modaya direnişi haline geliyor.

Şundan olabilir… İletişimde sürekli yükselen hızdan dolayı, insanlar gazete ve dergi yazılarını, haberleri, ünlülerin kısa yorumlarını falan hayatın koşuşturması içindeyken takip ediyorlar. Metroda, işyerinde çay molasında, dişçinin bekleme salonunda bir şeyler okuyup yazabiliyorlar.

Ama roman okumak için, doğası gereği, insanların özel bir zaman ayırması gerekiyor. Koşuştururken değil, uygun bir ortamda, uygun bir zamanda okuyor insanlar romanı.
Ve kişinin, telefon ekranından bir yazı okuduğu veya yazdığı hali ile roman okuduğu hali, yani algılama düzeyi farklı olabiliyor.

Bu durumda, iletişim alanında köklü değişimler yaşansa da romanın temel nitelikleri pek değişmiyor olmalı. Örneğin karakter yaratmanın önemi, hâlâ büyük mü sizce?
Roman, üç-beş yüzyıllık ama çok köklü bir sanat. Toplum ve birey gerçekliği devam ettiği sürece roman hep hayatımızda yer alacaktır. Kişinin içinde yaşadığı koşullarla, toplumla, dönemin getirdikleriyle ilişkisi… Bu mesele romanın varlık nedeni.

Elbette gelip geçici görüşler seslendiriliyor, modalar yükseliyor; örneğin “karakter içermeyen roman” gibi şeyler bazen savunuluyor. Ama bunlara karşı çıkmak için bile kendimizi yormamıza gerek yok. Romanın varlık nedeni, onun karakter yaratmaya odaklanan bir anlatı olmasını gerektiriyor. Ve ancak bu koşulu yerine getirdiği sürece hayatımızdaki varlığını sürdürecektir.

Bir romana başlarken nasıl ve ne kadar hazırlık yapıyorsunuz. Hazırlık aşamasında mı daha çok zaman harcarsınız, asıl metni yazarken mi?
Birçok fikirden birini seçip de çalışmaya başlayınca, bu telaş duygusu kayboluyor. Aslında seçmek gibi de değil, bir fikir bir şekilde diğerlerinin önüne geçiyor. O süreçte sadece ona odaklanıyorum.

Hazırlık aşamasını çok önemsiyorum. Kahramanların kişiliklerini ayrıntılandırmaktan tut da bazı tarihsel bilgilere kadar birçok konuda sürekli notlar alıyorum. Başka çalışmalar yürütürken, çeşitli etkinliklere katılırken, hatta günlük hayatın acılarını ve neşelerini yaşarken, bunlar kafamın arka taraflarında sürekli dönüyor. Olay zincirleri gelişiyor, bazı yeni kahramanlar katılıyor, bazıları önemsizleşip kayboluyor. Geceleri beni uyandırıyorlar, bazen heyecanlandırıyorlar.

Ama üzerinden birazcık zaman geçince, öylesine etkileyici bulduğum o şey neydi diye düşündüğüm de çok olmuştur. Bu nedenle yanımda hep not defteri bulundurmaya çalışırdım. Geceleri de başucumda. E, artık bu iş kolaylaştı; telefonlarda sesli ve yazılı notlar biriktirebiliyoruz.

Hazırlıklar belli bir aşamaya gelince yazmaya başlıyorum. Bazen baştan sonra, bazen de parçalar halinde birkaç kerede… Her durumda, biraz esrik biçimde yazdığımı söyleyebilirim. Aklımdan geçenleri o hızla yazmam mümkün olmadığı için, farkına vardığım imla hatalarını bile düzeltmek için durmadan, saatlerce ekran başından ayrılmadan, bazı kısımları notlar biçimde bırakarak yazıyorum, yazıyorum.

E, sonra da tabii, ince işçilik çalışmasına sıra geliyor. Ve onun peşinden, bir yandan okurla buluşma heyecanı yaşarken bir yandan da sonraki çalışmanın sabırsızlığı bastırıyor.