İran tarihinden Türkiye dersleri - I

İran’ın Başkenti Tahran’da 16 Eylül günü Mahsa Emini adlı 22 yaşındaki bir kadın başörtüsü (türban) yasağına uymadığı ve İslami kurallara göre örtünmediği (tesettüre girmediği) gerekçesiyle gözaltına alınmak istendi. Genç kadın direnince ahlak polisi tarafından dövülerek karakola götürüldü. Onu döverek gözaltına alanlar arasında tesettürlü kadın polisler de vardı. Mahsa Emini 3 gün sonra komaya girerek yaşamını yitirdi. Bu olay beklenmedik ölçüde kararlı ve yaygın bir protesto, eylemler dalgasına yol açtı. Eylemlere kadınlar öncülük ediyor, tepki bütün ülkeye yayılıyordu. Erkeklerin de katılımıyla bu eylemler kısa sürede şeriat ve rejim karşıtı bir isyana dönüşmeye başladı. Çatışmalarda, yazının kaleme alındığı cumartesi gününe kadar yüze yakın İranlı yaşamını yitirdi. Bu eylemler sonucu rejim yıkılır mı bilinmez, böyle bir öngörü için henüz erken. Ancak, İran’da şeriat rejiminin hem en güçlü hem de en zayıf yanından vurulduğu; kadın özgürlüğü üzerinden gelişen ve yine kadınların öncülük ettiği protestolarla sarsıldığı da açık.

İki bölümden oluşacak bu yazının amacı; hem güncel durumu anlamak için bugünkü İran’ı yaratan 1978 devrimi ve 1979 karşı devrimi sırasında sol ile islamcı hareket arasındaki zengin derslerle dolu ilişkiyi anlamak hem de bu tarihten Türkiye için siyaset dersleri çıkarmaktır. Çünkü; İran’ın hüzünlü tarihi, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehditleri anlamak için son derece çarpıcı değerlendirmelerle doludur. Özellikle solun islamcı hareketle ilişkilerinde, solun belli kesimlerinin (liberal solun) yaptığı tarihsel hatayı anlamak ve liberallerin ihanetini görmek bakımından, bu dersler yaşamsal önem taşıyor.

ZIDDI İNKILAP!

İran bölgede önemli bir ülke. Zengin bir tarihe ve uygarlık mirasına, devlet geleneğine ve sürekliliğine sahip. Öyle ki, tıpkı Uzakdoğu’nun Çin’i gibi, neredeyse 2.500-3.000 yıldır sınırları değişmeyen tek bölge ülkesi. Türkler de bu siyasal ve kültürel mirasın ortağı. Ülke nüfusunun yaklaşık yarısı (% 44) Türk. Özellikle Kuzey İran ya da Güney Azerbaycan tam olarak bir Türk ülkesi durumunda. Karahanlıların, Selçuklu İmparatorluğu’nun, Safavi Devleti’nin kurulduğu topraklar. İran’ın birleştirici çimantosunu ise Şii İslam oluşturuyor. Türklerin önemli bir bölümü de zamanla Şiileşen Alevilerden oluşuyor. Hala 15 milyona yakın Alevi Türk nüfusuna sahip, ülkenin toplam nüfusu 85 milyona yakın, toprakları ise bir milyon 600 bin kilometre kare büyüklüğünde. İran’ın yakın tarihindeki en önemli olay ise kuşkusuz, 1978 İran Devrimi. En az bunun kadar önemli olan ve genellikle hem toplum tarafından hem de aydınlar ve siyasetçiler tarafından gözden kaçırılan tarihsel dönemeç ise, 1979’da İslamcıların gerçekleştirdiği karşı devrim, yani farçada “Zıddı İnkılab” denilen gerici darbe. Şimdi, bugünkü İran’ı yaratan ve dolayısıyla güncel olanı daha iyi anlamamızı sağlayacak o dönemi, İran devrimini, daha çok da sol ve İslamcılar arasındaki ilişki bağlamında karşı devrimin nedenlerini ele alalım. Öncelikle belirtelim ki, İran devrimi 1978’dir, bugünkü İran’ı yaratan ise 1979’da İmam Humeyni ve Şii mollalar sınıfının önderlik ettiği islamcı zıddı inkılap, yani Şia İslamcı doktrine dayalı karşı devrimdir.

İRAN DEVRİMİ VE TÜRKİYE

İran devrimine Türkiye’de İslamcılardan önce sosyalistler ilgi gösterdi. İslamcıların, bilinenin aksine, burunlarının dibindeki bu olayla ilgilenmeleri daha çok 1980 sonrasındadır. Bunun böyle olması doğaldı ve başlıca iki nedeni vardı: Birincisi, İran devriminde sol çok önemli, hatta devrimin başarısı için yaşamsal bir rol oynamıştı. İkincisi ise, Türkiye’de 1980 öncesinde kıytırık bir soğuk savaş gücü olan ve solla mücadelede yenilgiye uğrayan İslamcılar, ancak, Türk-İslam sentezcisi 12 Eylül 1980 darbesinin önlerini açmasıyla, çevre ülkelerde de olup bitenlerle ilgilenmeye başlamışlardı.

Türkiyeli sosyalistler, 1978’de başlayan ve karakteri 1979 yılında belirginleşen İran devrimini kendi stratejileri bakımından bir doğrulama ya da yanlışlama örneği olarak ele alıp yoğun şekilde tartıştı. Ancak, bu tartışma dönemin özellikleri ve konjonktürel (iç ve dış toplu durum) nedenlerle fazla verimli olamadı. Devrime İslamcıların egemen olmasıyla, solun ilgisi bir süre sonra kayboldu. Oysa, İran devriminin tam da bu aşamada tartışılması gerekiyordu. Çünkü, İslamcılar Şah rejiminin ordusuyla mutabakat sağlayıp, devrime egemen olunca, daha doğrusu karşı devrimi gerçekleştirince, sola karşı tarihin tanık olduğu en büyük ve en acımasız katliamlardan birini gerçekleştirdiler. O sırada Türkiye’de solun hapiste ya da takipte olmayan bir kesiminde (Birikim çevresi) ise -ki sonradan bu kesim hayli etkili olacaktır- rejim muhalifi saydıkları İslamcılarla “ortak bir gelecek projesi mümkün müdür değil midir?” diye tuhaf bir tartışma yürütülüyordu.

ŞAH’IN AK DEVRİMİ

İran Devrimi’nde önemli bir rol oynayan ve devrimin ardından büyük bir siyasal güç haline gelen devrimcilerin/ sosyalistlerin, bu ülkedeki macerası, yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye solu için önemli derslerle doludur. Ama önce, İran devrimini daha iyi anlayabilmek için 1960’ta başlayan ve 1970’li yılların ortalarına kadar devam eden Şah Rıza Pehlevi’nin “Ak Devrim”ine kısaca göz atmakta yarar var.

Pehlevi’nin Ak Devrimi esas olarak feodalizmi tam olarak çözmeye, kapitalistleşme sürecini hızlandırmaya ve sermaye birikimini daha büyük ölçeklerde gerçekleştirmeye yönelikti. Sosyal ihtiyaçlar, yeni bir paylaşım modelini zorluyordu. Süreç çok hızlı gelişti. Ekonomik büyümeye ve sanayi yatırımlarına önem verildi. Tarım reformu gerçekleştirilerek topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Ülke, 1978’e yani devrimin arifesine geldiğinde, kırlarda küçük ölçekli üretim egemen hale gelmişti. İran, rekor denebilecek bir oranla, yüzde 20 kalkınma hızıyla büyüyordu. Şah, petrol gelirlerini, kapitalizmin inşası için kullanıyordu. Ancak, iktidarını garanti etmek için uyguladığı bu program onun sonu olacaktı.

KIRLARDAN KENTLERE BÜYÜK SAVRULMA

Kırlardan kentlere doğru kısa sürede büyük bir göç başladı. Köklerinden kopan yüz binlerce insan dalga dalga büyük kentlere doğru akıyordu. Daha doğrusu insanlar, kopan bir toplumsal fırtınanın önünde savruluyordu. Şah yönetimi, kırdan kente göçü teşvik ediyor ve destekliyordu.

Böylece büyük kentlere geleneksel ilişkilerinden kopmuş, ve fakat kültürel olarak bu kopuşu gerçekleştirememiş milyonlarca köylü dolmuştu. Üstelik, köklerinden koparak savrulmanın yarattığı korku ve tutunma duygusuyla bu insanlar geleneksel kültürel değerlere (dine, Şii İslam’a) daha çok sarılmaya başlamışlardı. Her şey çok kısa süre içinde olup bitmişti. İnsanlar şaşkın ve korku içindeydi. Kentlere savrulan, sefalete itilen ve derin bir kimlik krizi yaşayan bu insanlar kaçınılmaz olarak bir arayışa yöneliyordu.

Ülkede bir yandan “yarı proleterler” havuzu oluşurken, diğer yandan da sanayi işçilerinin sayısı artıyordu. Ak Devrim sonrasında lise öğrencilerinin sayısı yaklaşık on kat artmıştı. Üniversitelerin sayısındaki artış ise yüzde yüze ulaşıyordu. Ülke, birkaç yıl denebilecek gibi kısa bir sürede büyük bir hızla değişiyordu. Daha sonra görülebileceği gibi, insanlar bu hıza ayak uyduramayacaktı. Deyim uygunsa, 1970 Türkiye’sinin tersine, bu ülkede ekonomik gelişme sosyal uyanışı aşmıştı. Yani, Türkiye’de 12 Mart generallerinin söylediği gibi, bazı ülkelerde “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi” aşamıyor, bazen de tersi oluyordu. (Devam edecek.)