Viron Erol Vert: “Stüdyo Bosporus, Berlin ve İstanbul arasında bir köprü”

Almanya ile Türkiye arasındaki işe alım anlaşmasının 60. yıl dönümünde Kültür Akademisi Tarabya, iki ülkede de gerçekleşecek Studio Bosporus festivaliyle 10. yılını kutluyor.

SEÇİL KALENDEROĞLU / BERLİN

Türkiye'deki Alman Büyükelçiliğinin iki ülke arasındaki kültürel çalışmalarının bir parçası olarak on yıldır faaliyet gösteren Kültür Akademi Tarabya, geçtiğimiz haftalarda Studio Bosporus festivalinin açılışını gerçekleştirdi. Almanya genelinde ve İstanbul’da 22 noktada 40 etkinlik düzenleyen festivalin Berlin`deki açılış sergisinde ise 100'den fazla sanatçının eserleri de sergileniyor. Bu sergide yer alan sanatçılardan, daha önce 2019-2020`de Kültür Akademisi`nin konuk sanatçısı olarak yer alan Viron Erol Vert ile “Su gibi git, Su gibi gel” çalışmasını ve festivali konuştuk.

Öncelikle Stüdyo Bosporus`un hikayesi ile başlamak isterim, sizin için ne ifade ediyor?

Bu sergi Kültür Akademisi Tarabya’nın onuncu yıl kutlaması ve aslında akademinin de yapmakta olduğu Almanya ile Türkiye arasında kurulan bu kültürel köprüyü temsil ediyor. Benim hayatımda da kültür akademisi, Almanya, Türkiye ve Anadolu arasında bir köprü oldu. Fiziksel bir köprü görevi üstlenmenin yanı sıra Boğaziçi Avrupa ve Asya perspektiflerinin de karşılaşma noktası, öte yandan da tarihsel de bir köprü. Hem kadim olan hem de çağdaş olanın buluştuğu bir yer.

Kültür Akademisi Tarabya ile nasıl bir araya geldiniz?

2018-2019`da burada konuk olmak için başvurdum ve kabul edildim. Daha önce de pek çok kez İstanbul’da bulunmuştum. İlk sergimi burada Galerist`de gerçekleştirdim, ilk ödülümü yine İstanbul’da aldım. O yüzden bu şehrin, benim hayatımda duygusal olarak önemli bir yeri var. Türkiye´deki zanaatkârlık da benim için hep esin kaynağı oldu. İstanbul ve Kültür Akademi`nin bu doğu ve batı, kuzey ve güney arasındaki bu yeri, sanatsal olarak besleyici ancak aynı zamanda da bir mücadele gerektiriyordu.

“İSTANBUL BENİM İÇİN BİR DIŞAVURUM ALANI”

Nasıl bir mücadele?

İstanbul, hızlı dönüşen bir şehir. Benim çocukluğumdan, 80`lerden, 90`lardan bu yana çok büyük değişimler geçirdi. Bildiğim pek çok kişi çeşitli sebeplerle orada yaşamıyor artık. Sanki bir yandan hem her şey hala orada hem de değil. Farklı bakış açıları, görüşler içinde sıkışmış, mücadele eden bir şehir var. Ama bir yandan güzellikleri de orada. Bir Alman sanatçı olarak davet edildiğimde, şehri ve sevdiğim insanları ziyaret edebiliyorum. Orada, geçmişime bakabiliyorum ama aynı zamanda müşterek bir alan. İstanbul benim için bir dışavurum alanı.

Sergiye “Su gibi git Su gibi Gel” ismi verme fikri nasıl ortaya çıktı?

Öncelikle bu bence çok güzel bir cümle, bir yolculuğun başlangıcını ve sonunu bir arada veriyor, merhaba ve hoşçakal bir arada. Bir yere varmak ve bir yerden gitmek, İstanbul için bu iki karadan dolayı bir varoluş hali ve gündelik hayata işleyen sürekli bir “karşı taraf” var. Berlin`de duvar öncesinde hatta sonrasında da doğu - batı ayrımı üzerinden böyle bir hal vardı. Bu iki şehrin böyle bir ortaklığı da var. Elbette 20 yıl sonra çok farklı olsa da, Berlin`e ilk geldiğimde duvar yeni yıkılmıştı ve bu ikilik çok daha fazla hissediliyordu. Gece hayatında çalıştım ve doğudan ya da batıdan kişilerin ilk kez tanışıyor, karşılaşıyor oluşuna tanık oldum. Aynı zamanda çok fazla ön yargı ve klişe de vardı ancak bunların üstünden geçildi.

Çalışmalarınıza baktığımızda göç deneyiminizden izler, farklı diller, anlatımlar üzerinden anlaşmayı, bazen de anlaşılamamayı görüyoruz. Siz nasıl tanımlarsınız?

Çok kültürlü bir geçmişten geliyorum. Annem İtalyan - Yunan, babam ise Antakya’dan Ortodoks Yunan kökenlere sahip. Bu ailede bir mücadele alanı yarattığı gibi çeşitliliğin güzelliği de her zaman oradaydı. 1970`lerde ailemin Almanya`ya gelmesiyle bir de göç deneyimi ailemizin hikayesine eklendi ki o da başka bir mücadele alanı gerçekten. Almanya`da yaşadığımız köyde 3 ya da 4 Alman kökenli olmayan aile vardı ve Türkiye´den tek aile ise bizdik. Bunun pek çok zorluğu oldu, Türkiye`de Türk değilsin, Yunanistan`da Yunan değilsin, Almanya`da ise Alman değilsin. Hep bir şekilde bir yere uyuyorsun ama aslında uymuyorsun. Göçmenlik konusu Almanya’da çok önemli bir mesele ve Almanya oldukça fazla göçmeni olan bir ülke, bu reddedilmeyecek bir gerçek. Fakat farklılıklarımız ve benzerliklerimizle bir şekilde dengeyi bulmak zorundayız. Ben, işlerimde de bu uyumlu ama uyumsuz, benzer ama farklı hallere ve dengeye odaklanıyorum.

Son olarak gelecek sene yeniden Tarabya`da olacaksınız, planlarınız neler?

Ailemin İstanbul’daki eski apartmanını bir kültürel alana çevirmeyi düşünüyorum. Bu yerin sanatçıların bir arada çalışabileceği bir alan olmasını istiyorum, bir bilgi dönüşümü sağlansın istiyorum. Su an “Homecoming” (Eve dönüş) teması etrafında çalışıyorum aslında “su gibi git su gibi gel” temasının etkisindeyim hala. Evde olmak ne demek? İstanbul için, burada yaşayan, karşılasan birbirinden farklı topluluklar için ne demek? Bu konu üzerinde duruyorum.

Stüdyo Bosporus hakkında detaylı bilgiye ulaşmak için tıklayın

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
İngiltere'nin tepki çeken göçmen planı parlamentodan geçti Botlarda ölen tüm çocuklardan utanın ‘Çocuk dostu sigara’ tehlikeyi büyüttü AİHM 2 bin İsviçreli kadını haklı buldu Batı’da savaş yorgunluğu: Biden-Scholz Planı