Çocukluğumun ilkokul çağları Ankara’da geçti. Parasızlıktan mıydı yoksa keyifli olduğu için miydi şimdi pek anımsamıyorum...

Çocukluğumun ilkokul çağları Ankara’da geçti. Parasızlıktan mıydı yoksa keyifli olduğu için miydi şimdi pek anımsamıyorum ama birkaç arkadaş Kızılay’dan Emek Mahallesine kadar yürürdük. O zaman Sayın Melih Gökçek henüz Başkan olmadığı için ve Sayın Demirel’de 12 Eylül tatilinde olduğundan evimiz Emek 4. Cadde’de idi. Dershaneler de Kızılay’da. (Şimdi galiba adı Bişkek midir nedir? Tuhaftır kimse kullanmıyor bu iki ismi yok yere değiştirenlerden başka).
Otobüsler biletliydi, böyle kâğıttan biletler vardı, sürekli zam geldiğinden ikide bir rengi değişirdi. Sarı, mor, yeşil renkte bir dolu abonman bileti. O zamanlar geri dönüşümlü kâğıt kullanılmıyordu daha. Naylon torbalar da yoktu, büyük alışveriş merkezlerinin hiç biri yoktu. Bezden bir çantam vardı, bir de pazar filem. İçinde kitaplarım. Arkadaşlarım vardı. Konuşacak bir dolu şeyimiz vardı. Ağabeylerimizi ziyarete gitmek isterdik ama neredeler bilmezdik. Yıllar sonra çoğu yorgun, kimi bezgin, kimi çok değişmiş, kimi hiç değişmemiş, kimi de eskisinden daha güçlü dışarı çıktılar. 12 Eylül’dü ve herkes sessizce bekliyordu.
Oluşan postallı sessizliği yalnızca bir zurna bozuyordu. Kaldırımda dalgın dalgın yürürken yanınızdan geçen 21 Emek otobüsünün arka camından dışarı çıkan bir zurnanın sesi tüm yolu kaplardı. Deli diyorlardı adamcağıza. Adını bilmiyorum. Kimsenin onunla konuştuğunu da görmedim. 80’lerin sonunda kayboldu. Kimse zurna çalmıyor artık otobüslerde Ankara’da. Adana’da da bir başkası vardı aynı yıllarda. O sıcakta kravatını takar, takım elbisesi ile gezerdi. Ayşe’yi gördün mü? diye sorardı yakaladığına, büyük bir heyecanla. Defalarca, hiç durmadan. Ne cevap verirsen ver. O Ayşecini sorar hızla çeker giderdi. Öldü sonra. Karaman’da ağzını burnunu palyaço gibi boyayan bir başkası vardı. Rengârenk elbiseler, kocaman bohça gibi şapkalar giyerdi. Muharremdi galiba adı. Birkaç yıl evvel öldüğünde cenazesine Türkiye’nin her yerinden insanlar gelmiş. Konya’da asırlar önce anadan üryan dolaşanlar varmış. Kapı kapı gezer dilenirlermiş. Halk hörmet eder, sayarmış bunları. Deli falan değiller, dünyadan el etek çekmiş ulu kişiler olarak biliniyorlar. Aynı Konya’da bugün bırak üryan gezmeyi mini etek giyse bir genç kız hatta az midi, maksi de olur bilmem deli mi demeli? Yoksa çılgın mı?
Delileri hep sevdim ben. Dağda dolaştığımız için bize de az buçuk öyle diyorlar ya belki de ondan. Ne zaman köy yolları sapaklarında yol soracak birini arasam ya deli çıkar ya da bir özrü vardır. Yalnızca “öteki” olduğu için köyde eziyet edip barındırmadıklarından herhalde köy dışında yol sapaklarında bir onlar oturur. Yemek veririz, sigara veririz, ayran falan işte. Geçinir gideriz. Şimdi düşünüyorum herkes için daha iyi yaşam isteyen ağabeylerimize de deli derlerdi, türlü dayaktan eziyetten geçtiler, köyden atılmış deliler gibi yol sapaklarında yıllarını geçirdiler bir bardak ayran verenleri olmadı. Onlar bu deli işler ile meşgulken kimler kimler küpünü ağzına kadar doldurdu. Serildi serpildi, yağlandı göbeklendi. Ama mezarlarına tükürmeye bile kimseyi bulamadılar. Ne diyelim? Kimsenin çevreciliği saymadığı zamanlardan beri yeşil için mücadele ediyoruz. Yaşam hakkı için. Kardeşlik için. Bir çiçeği işe yaradığı için değil, yaratandan ötürü değil, para kazanmak için değil, kendimiz için değil yalnızca var olduğu için seviyoruz. O konuşamadığı için onun adına konuşuyor, onun yaşayabilmesi ve doğmamış çocukları doğmamış çocuklarınızla tanışabilsin diye her şey. Tüm bunları yaptığımız için bize deli diyenler, deniz fenerlerinin ışığında ilerleyecekler. Bizim mezarlarımızda taş değil yalnızca bir çınar olacak, dikecek biri çıkacak elbet ama dikilecek çınar kalacak mı işte o meçhul. Ama her deliyi sevmeye devam edeceğiz.