“Bu koltukta bir şey var, oturur oturmaz böyle bir mutasyona uğradım birden bire, ses tonum değişti.

“Bu koltukta bir şey var, oturur oturmaz böyle bir mutasyona uğradım birden bire, ses tonum değişti. Ama genelde öyle değilim. Sorulara göre değişiyorum. Eğer bana çok politik sorular sorarsanız, politik cevaplar vermek için politik ses tonumu kullanırım.

Yolun başında bol ‘cekli, caklı’ cümlelerle yola bismillah demek, sonra onların hepsini unutup ‘geçmiş geçmiştir’ deyip yepyeni bir rotaya girip vaatleri yenine getirmemek. Ama biz böyle olmamak amacındayız zira politikanın bir ikbal değil, hizmet müessesesi olduğuna inanan bir kuşağın temsilcileri olarak ve de rock müziğin faziletine inanan kişiler olarak çok Rock’n Roll bir politika yürüteceğiz. Rock’n Roll bilindiği gibi sallan yuvarlan demektir ve sanırım ki esasında bugüne kadar kimse bunu söylemeye cesaret edememiştir ama son yarım yüzyıldır Türkiye zaten bu politika ile yürütülmektedir. Dolayısıyla biz de sağlam bir sallan yuvarlanıcılar olarak sallayıp, yuvarlayacağız.
 
Eskiden devr-i Osmanlı’da yedi kandilli selam verilirmiş, yedi kere el döndürülerek etekten yukarıya. Şimdi sadece popo istikametinden minimum 45 derece eğilerek iki elle birden sarılıp bir büyüğün elini öpmek gelenek ve göreneklerimizin kaçınılmaz bir parçası olarak sürmekte. Bu açıyı fazlalaştırırsanız o kadar saygı, sevgi ve bağlılığınız meydana çıkar. Tabii insanın devletinin büyüklerine de saygılı, sevgili ve bağımlı olmasında da bir mahsur yoktur herhalde değil mi.

Mesela Bill Clinton kaç yıl saksafon çaldı ama kimse farkında olmadı. Ama Clinton ne zaman başkan oldu o zaman herkes ‘bu adam saksafon da çalıyormuş’ dedi. Şimdi dolayısıyla takdir buyurursunuz ki Türkiye Cumhuriyeti gibi son derece saygın, engin bir kültürel coğrafya üzerinde söz hakkı olabilecek bir ülkenin Başbakanı olarak kendimle eş değer insanlarla müzik yapabilirim. Yoksa aksi halde devletin irtibatı zedelenir.

Köşe başındaki mahalle kahvesine gideceğim ve özellikle emekliler arasından dört tane Dışişleri Bakanı, üç tane İçişleri, beş tane Maliye Bakanı gibi bu konularda uzman kişiler var. Her mahalle kahvesinde o kadar etkin ve yetkin dışişleri yetkisine sahip insanlar vardır ki işte onların engin düşüncelerinden yararlanmak gerekir.

Bu koltuğa oturdum madem, mal varlığımı açıklayayım önce, 1978 yılında Türkiye’den ayrılmadan evvel çıkarttığım son albümüm ‘Safinaz’. Annemden kalmış olan iki adet kat, eşimin üstüne kayıtlı bir adet Citroen araba, iki adet hasır, bir adet tavşan tüyü ve devetüyünden şapka, deriden bir ayakkabı. Devam edeyim mi efendim? Ve şarkı söyleyen bir adam.

Efendim şahsi kanaatim odur ki, hani millet meclisinde yazıyor ya ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ diye ve bir de Lozan diye bir barış var. Bu iki kavram bence artık o kadar delinmiş ki araya giren bu gözlemcilerin bizi fazla gözlemelerinden. Gelsinler efendim memleketimizde gözleme yesinler, bazlama yesinler. Ama benim içişlerime de bu kadar burunlarını sokmaya hakkı yok, ‘insan hakları bilmem ne’ diyerek. Çünkü kendi memleketlerinde insan hakkı esasında İsmail Hakkı’dır yani. Böyle Alman hastanelerinde çok tanık olduk biz, insanlar elleri arkadan bağlıyken kendi kendilerini asmayı başarmışlardır. Esasında böyle şeylerin olduğu memleketlerdir oralarda yani. Demek istediğim şudur ki o gözlemcilerin zırt pıt gelip gitmesi, Lozan ruhu ve ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesi bundan böyle makarna süzmeye yarayan bir süzgeç haline gelmiştir deline deline.”
(Kayıt tarihi 07 Ağustos 1994)