Önceki hafta tatile çıkacağımı yazmıştım, haliyle yazılara da bir süre ara vereceğimi... Hakikaten niyetim buydu. Görüldüğü üzere olmadı...

Önceki hafta tatile çıkacağımı yazmıştım, haliyle yazılara da bir süre ara vereceğimi... Hakikaten niyetim buydu. Görüldüğü üzere olmadı.

Tatil planımı, Ege’nin şirin bir beldesinde eski bir dostla buluşmak üzerine yapmıştım. Ama hayatın türlü sürprizleri olduğunu bildiğimden, yıllık izin formunu doldurduğum halde işyerindeki insan kaynakları birimine vermemiş, mesai arkadaşlarımı tembihlemiştim; pazartesi gelmezsem bilin ki izne ayrıldım, bu formu ilgilisine verin, diye...

Tıpkı aklımdan geçtiği gibi, dostumun ani bir işi çıktı, hafta sonu buluşalım dedi. Yapacak birşey yoktu, tatili birkaç gün erteleyecektim. Hafta sonu yeni bir hamle yapmak üzere pazartesi işyerinin yolunu tuttum.

Hafta geçti, cuma sabahı uyandım, bademcikler felaket durumda. Bende bir halsizlik, bir kırgınlık... Hatta hafif bir ateş. Sürünerek işe gittim ama ertesi gün yola çıkma ihtimalimin zayıf olduğunu da farkettim. Beni beklemekte olan dostuma telefon ettim:

“Hastayım gelemiyorum.”

Nitekim bütün hafta sonu antibiyotikler, boğaz pastilleri, ‘hangisini okusam’ kitapları, Peng Dehuay’ın hayaletinin kol gezdiği kâbuslarla yatakta geçti.

Pazartesi yeniden telefonlaştık; salı ya da çarşamba toparlanıp gelebileceğimi söyledim. Anlaştık. Salı sabahı akşamdan hazırladığım çantayı kontrol ederken dostumdan bir telefon. Hafif kırık bir ses:

“Bu defa da galiba ben hastalandım.”

Tabii ben yine doğru işyerine... Bir gün önce bu defa kesin gidiyorum diye vedalaştığım arkadaşlarımın gülüşmeleri eşliğinde masamın başına döndüm.

Bu makus gidişi neye yoracağımı bilemedim. Önce, “fakir hırsızlığa çıkınca ay akşamdan doğarmış” lafı geldi aklıma. Sonra, güya giderayak yazdığım tatil yazısı... Anladım ki, epey tatilcinin ahını almışım. Hani şu feribota yetişme telaşı içinde iskenderlerini alelacele yiyen bronz tenlilerin... Sen misin tatilcileri makaraya saran!

 

Bu esnada... Sanki bana nazire yapıyormuşçasına, Fettah Tamince’nin 7 yıldızlı otelinde Başbakan Erdoğan ve ailesi, aynı şahsın 30 metrelik üç katlı yatında ise Cumhurbaşkanı Gül ve ailesi tatil yapıyorlardı.

Vay efendim, bunlar hani cumhuriyetin geleneksel elitleri karşısında mazlumdular falan gibi bir ‘çiğlik’ yapacak değilim. Her ikisi de sıkıntılı bir yılı geride bıraktılar. İktidar olma mücadelesinde yeni mevziler ele geçirmek kolay değildir. Yoruldular. Dinlenmek, en çok onların hakkı.

Malum, ülke bir de darbe tehdidi altında! Haliyle onları sürekli müteyakkız olmaları gereken bir dönem bekliyor. Bunu da ancak zinde bünyeler başarabilir.

Eh, sözünü ettiğimiz insanlar Başbakan ve Cumhurbaşkanı olunca, kamuya ait bir kampta istirahat edecek halleri yok. Hazır elinden tutup palazlandırdıkları emirlerine amade sermayeleri varken, elbette nimetlerinden faydalanacaklar.

Ama yine de insanın içinde bir ukde kalıyor -tıpkı Milliyet’te Ece’nin de dediği gibi, keşke ben de mazlum olsaydım diye...

 

Aslında inanın ne Başbakan’ın ne Cumhurbaşkanı’nın tatilinde gözüm var. Biri, gel seni Erdoğan’ın tatil yaptığı 7 yıldızlı otelde ağırlayalım dese, teşekkür eder kibarca reddederdim. Ukalalıktan değil, orada iyi vakit geçiremeyeceğimi bildiğimden. Şu 30 metrelik yata gelince... Bakın o olur. Tabii Cumhurbaşkanı ve ailesiyle birlikte değil. Benim alışkanlıklarım, zevklerim onlara uymaz, onların ki bana... Her iki taraf açısından da tatsız bir tatile dönüşür.

Ne diyorum ben allaşkına!? Cumhurbaşkanı’yla mavi tur falan! Galiba bir türlü tatile çıkamama durumu başıma vurdu.

Gençler muhtemelen hatırlamaz, vaktiyle Mikrop dergisinde Latif Demirci’nin çizdiği ‘Canavar Koyun Orhan’ isminde bir çizgi kahraman vardı. Maceraları, neredeyse bir yıl boyunca başlayamamıştı. Filmler ya yanardı ya dergiye gelirken yolda kaybolurdu ya da başka bir mania çıkardı.

Nedense bugünlerde aklıma hep Orhan geliyor.