MİT ile PKK arasında yapılan görüşme için “Devletin müsteşarı, herkesle görüşme yapar. Sadece terör örgütü mensubuyla değil, başkalarıyla da yapar...

MİT ile PKK arasında yapılan görüşme için “Devletin müsteşarı, herkesle görüşme yapar. Sadece terör örgütü mensubuyla değil, başkalarıyla da yapar. Niye? İz sürecek, suçluyu tespit edecek” diyor Başbakan... PKK ile silahları susturmak maksadıyla yapılan görüşme, Erdoğan’a kalırsa bir “iz sürme”, “suçluyu tespit etme” faaliyetiymiş! Başbakan kendisinin bile inanmadığı bu açıklamayı niye yapar, anlamak mümkün değil. Bu sözlerin bundan sonra yapılması muhtemel görüşmelerin de önünü tıkayacak olduğunu görmüyor mu?

Devam ediyor Başbakan... “Onun görevi bu zaten ve benim özel temsilcim olarak da giden yine devlet görevlisi olarak müsteşar yardımcılığı döneminde göndermişimdir, bir devlet görevlisidir. (...)Lütfen önce hükümet nedir, devlet nedir, bunu öğrensinler!”

Ben hakikaten merak ediyorum; Başbakan’ın kafasından geçen (ve öğrenmemiz için bir türlü izah etmediği) şu hükümet ile devlet arasındaki farkı... Elbette devlet ile hükümet bir ve aynı şey değildir ama bu olayda ayrımı nasıl yapacağız? Görüşmeyi yapan senin müsteşar yardımcın, özel olarak seni temsil etmek için orada. Nasıl oluyor da hükümeti temsil etmiyor? Biri bu konuya açıklık getirse de Başbakan tarafından sürekli olarak “cahillikle” suçlanmaktan kurtulsak.

Asıl önemli olan şu: Söz konusu görüşme basına yansıdığında –daha önce de hemen herkesin dikkat çektiği gibi- memlekette bir infiâl yaşanmadı. Başbakan’ı ve hükümeti hedef alan eleştiriler arasında “Vay efendim, nasıl görüşürsünüz” gibi bir şey yoktu. Hâl böyle iken, Başbakan’ın bu kadar geri bir savunma çizgisine çekilmesi neden? Bir yandan sivil Kürt siyasetçilerin onar, yirmişer tutuklanmasıyla, öte yandan Kandil’e yönelik hava harekatını karadan sürdürme kararıyla, yanısıra İmralı’yı koyu bir tecrit altında tutma uygulamasıyla şekillenen yeni politikayı sonuna kadar sürdürme niyetiyle ilgisi olabilir mi? Eğer böyleyse, sorunun çözümünde maalesef bir kaç on yıl daha katbettik demektir. Üstelik bir önceki süreçte bu kadar mesafe kaydedilmişken.

* * *

Salı günü Ankara’nın orta yerinde bir bomba patladı. Kızılay’ın en işlek sokaklarından birinde... Bir ilkokulun hemen yakınında. Tahmin edileceği gibi, kuşkular PKK üzerinde yoğunlaştı. Her ne kadar PKK tarafından yapılan açıklamada olayla ilgilerinin olmadığı söylense de kendilerinin de zaman zaman “durduramıyoruz... durduramayız” dedikleri türev örgütlenmelerin bu işte parmağı olabileceğini düşünmek için yeterince tecrübe sahibiyiz. Söylemeye bile gerek yok. Hiç bir amaç, savaşın tarafı olmayan sivillerin ölümüne, yaralanmasına sebep olan bir eylemi meşrulaştıramaz. Aksine, savaşı sona erdirecek girişimlerin önünü tıkar. Sadece öfkeyi ve nefreti besler. Karşılıklı misillemelerin yolunu açar.

* * *

Burada gözardı edilmemesi gereken bir noktanın altını çizmekte fayda var. Karşılıklı tırmanacak şiddet, sürece başka güçlerin müdahalesine de zemin hazırlıyor/hazırlayacak. Son bir yıldır izlenen dış politikanın sonucu Türkiye, bir yandan Ortadoğu sokaklarında itibar kazanırken bir yandan da kendisine diş bileyen, en iyi ihtimalle açığını kollayan devletlerle kuşatıldı. Mavi Marmara’dan bu yana  İsrail ile... ABD operasyonuna verilen destek sebebiyle Suriye ile... Füze kalkanı meselesine bağlı olarak İran ile... Ve son olarak Akdeniz’de petrol/doğalgaz arama meselesinden Kıbrıs Rum yönetimi (ve dolayısıyla Yunanistan ile) artık “savaş” lafının bile telaffuz edilmeye başlandığı bir dönemden geçiyoruz. Türkiye’nin kendi içinde pekâlâ çözüme ulaştırabileceği Kürt sorunu, giderek içinde kimin at koşturduğu belli olmayan, bütünüyle kontrolsüz, kaotik bir sürece doğru sürüklenebilir. Bilmem anlatabildim mi?