3 Ekim'de beklenen oldu; "dip

3 Ekim'de beklenen oldu; "diplomatik gerilimin" adeta bir macera filmine dönüştüğü, durdurulan saatler, kalkışa hazır bekleyen uçaklar, yazışma trafikleri derken Abdullah Gül'le beraber Türkiye'de Avrupa'ya doğru uçuşa geçti. Tam üyelik için müzakere sürecinin başlamasıyla birlikte, "aday ülke statüsü" kazanan Türkiye açısından olduğu kadar; "Genişleme sürecinin" şimdilik son noktasını koyan AB açısından da yeni bir dönem başlıyor.

Sürecin sonunu öngörebilmek her iki taraf açısından da şimdilik mümkün değil. Andre Malraux'nun 'Umut'ta söylediği gibi "gelecek biz onu nasıl yapacaksak öyle olacak". Belki buna Marks'ın o ünlü sözünü de eklemek gerekecek: "İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama verili koşullar içinde."

Hrant Dink'e "Türklüğe hakaret gerekçesiyle" hapis cezası vererek, Ermeni Konferansı' na mahkeme kararıyla yasak getirerek, Orhan Pamuk'a düşüncesini açıkladı diye dava açarak "müzakere süreci" boyunca ala turca bir "tarih-gelecek yapımına" girişebiliriz. Bu tutumumuza, alıştığımız üzre ülkemizin jeopolitik konumunu; bizi bölmek ve parçalamak isteyen "dış güçlere" karşı onların işbirlikçisi olarak davranan "iç düşmanların" böyle bir muameleyi hak ettiklerini gerekçe olarak seçebiliriz. Bunun üzerine Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur, biz bize benzeriz gibisinden bir "sıradan milliyetçilik" sosu ekleyerek "sokaktaki adamın" hislerini de kışkırtabiliriz. Bu tür bir davranış bütün bir "müzakere süreci" boyunca sık sık gündeme gelecektir, bundan kuşku duymamak gerekir.

Benzer bir durum Türkiye'yi "hazmedebilmek" için, bütün bir müzakere süreci boyunca kendi ilkelerini "çiğneyecek" AB için de geçerlidir. Zaman zaman ırkçı noktalara taşınan; emperyal geleneğin bilinçaltı korkularıyla davranan; dinsel, kültürel farklılıkları öne süren, kendi refah seviyesini korumak için sosyal ve ekonomik kısıtlamalar getiren ala franga tutumlar müzakere süreci boyunca AB cephesinde de yaşanacak.

Bütün bu yüzeydeki dalgaların altında ise; bir dip dalgası olarak Türkiye'nin AB'ye aday ülke hakkını kazanmasını sağlayan ABD-İngiltere ekseninde kurulmuş olan "yeni dünya hiyerarşisi" ve bu hiyerarşi içinde Türkiye'ye biçilen roldür. Türkiye dünyanın temel sorun alanlarının kavşağında yer almasıyla; Batılılaşmış İslami kimlik özellikleriyle, dünyanın ilk 20 ekonomisinden biri olmasıyla, genç nüfüsuyla, 70 milyonluk iç pazarıyla; NATO gibi örgütlerdeki "itaatkâr" haliyle Batı'nın yeni düzeni içinde kendine bir yer edinmiş durumdadır.

AB'ye tam üyelik sürecinin bir AB üyeliğiyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağının asıl belirleyici olan yanı da Türkiye'nin Batı'nın kendisine biçtiği rolü hakkıyla yerine getirip getiremeyeceğidir. Buna Irak'ta ABD yanlısı bir göreve soyunup soyunmama, IMF politikalarına tartışmasız uyup uymama gibi "roller"de dahildir. Batı medeniyetine dahil olma sevinci; aynı zamanda bu medeniyet adına gerçekleşen her türlü eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye de dahil olmak; ondan pay almak anlamına geliyor. Egemenler bundan da sevinç duyabilirler. Sorun bütün dünyanın emekçilerinin, ezilenlerinin hangi temelde davranacağıdır. Emeğin Avrupası politikası bunun için şimdi çok daha can alıcı önemdedir.