Kısmi bir taşınma yaşadım. Bu köşenin eski okurları bilir, bir dönem Burgazada’da oturdum. Dördüncü yıla girerken (yoksa çıkarken mi?)...

Kısmi bir taşınma yaşadım. Bu köşenin eski okurları bilir, bir dönem Burgazada’da oturdum. Dördüncü yıla girerken (yoksa çıkarken mi?), geçen hafta sonu vedalaştım. Aslında tam bir vedalaşma sayılmaz. Yakın bir dostuma devrettim evi, dolayısıyla bir ayağım hâlâ orada olabilecek.
‘Kısmi’ taşınma demiştim. Evden sadece giyisilerimi, birkaç özel eşyayı aldım. Bir miktar da yakınımda bulunsun dediğim kitabı... Bunlar için bile iki gün adaya gidip gelmek zorunda kaldım. Üç büyük bavul, üç sırt çantası...
Eşyaların bir kısmını adada tasfiye etmiştim ama istanbul’a dönünce yeniden işe giriştim. Üstelik ‘acımasız’ davranma niyetiyle...
Yeterince öyle davrandım mı bilmiyorum ama evin ortasında büyük bir yığın oluştu, artık kullanmamaya karar verdiğim eski/yeni giyisilerden...
Hatta Pafi (bizim kedi) bunun kendisi için hazırlanmış bir ‘taht’ olduğunu düşünmüş olmalı ki, o yığının tepesinde derin uykulara daldı.
•••
şimdi kitaplar için de aynı şeyi düşünüyorum.
Hepsini tek tek elden geçireceğim ve bir kısmı okumuş olduklarım, bir kısmı da okumadığım ve hayatımın sonuna kadar okumayacağımdan emin olduğum kitapları, tıpkı giyisiler gibi ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaya çalışacağım.
Siz de benim gibi yapın. Evde büyük bir tasfiye operasyonu. Radikal bir bahar temizliği. insan eni konu rahatlıyor.
Ama işe girişirken kesin bir kararlılık göstermelisiniz. Aksi takdirde birçok şeyle vedalaşmanız kolay olmayacak.
Belki şöyle düşünmek işinizi kolaylaştırabilir: Yaşı benimkine yakın olan insanlar için değişmez bir tabiat kuralı var, bilmem hatırlatmam gerekir mi? Bundan sonraki hayatımız, bugüne kadar olandan daha kısa olacak!
Bunu düşündüğünüzde kalan zaman için çok fazla şeye sahip olduğunuzu daha iyi anlıyorsunuz. Herkesin evinde hayatının bundan sonraki yıllarında giymeyeceği kimbilir kaç giyisi, okumayacağı kaç kitap var... Ya da başka bir yığın ıvır-zıvır...
Yıllar geçiyor, bütün o ceketler, gömlekler, ayakkabılar, kalemler, defterler, gözlükler, saatler, kitaplar, kutular, kağıtlar, resimler, fincanlar, hatta kravatlar ha babam birikiyor... (Bu arada ne kadar çok kravatım olduğunu görüp dehşete kapıldım. Çok zorunlu olmadıkça zaten kullanmam; bu şu anlama geliyor: ortalama iki senede bir gün. Peki bunca kravat nereden çıktı? Bir zamanlar yayın yönetmenliğini yaptığım dergiye (muhtemelen benim kerliferli bir adam olduğumu düşünen) muhtelif kurumlardan, şirketlerden yeni yılda, her bayramda ısrarla kravat gelirdi, hediye bâbından... Onlar...)
•••
Aslında bu amansız birikme halinin nedeni üzerine biraz kafa yordum. Galiba ikili bir durum var.
ilki, tabii ki sahip olma tutkusu... Ya da başka bir ifadeyle tüketim kültürü...
Kim aksini iddia edebilir ki, her alışverişimizi aslında ihtiyaç üzerinden yapmıyoruz. En azından iyi-kötü orta sınıf hayatlar sürenler...
Hatta rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Yakından tanıdığım bazı insanlar var; bunlar için –en azından kimi zaman– alışverişin nedenleri arasında ihtiyaç belki de son sırada geliyor. Yanlış anlaşılmasın, bunlar aklı başında insanlar... Ne bileyim, sözgelimi akademisyen... BirGün okuru... Bunun manasızlığını teorik olarak biliyorlar ama kendilerini engelleyemiyorlar.
Gördüğümüz ve beğendiğimiz (ama aslında ihtiyacımız olmayan) bir şeyi satın alma tutkusuna, muhtemelen her birimizin yenildiği bir zaman olmuştur.
Gerçi haksızlık da yapmayayım. Meselenin sadece sahip olmaktan, ya da tüketmekten başka bir boyutu da var galiba... Yani, tüketme eyleminin sahip olunan ‘şey’e duyulan ihtiyaçtan farklı bir ‘ihtiyaca’ tekabül etmesi... Belki de bir nevi sosyalleşme biçimi ya da rehabilitasyon yöntemi...
Ve tabii, tüketimin, kapitalizmin varoluş koşulu olması, bu kültürün yaygınlaşması için sistemin yürüttüğü muazzam –ideolojik ve maddi– çabaya direnebilmenin kolay olmadığını da itiraf etmeliyiz.
Hele ki, ‘kredi kartı’ adı altında insanlara sahip olmadıkları bir parayı harcama imkanı sunan borçlandırma sisteminin yaygınlaşmasının, tüketim cesaretini daha da körüklediğini biliyoruz. (Notos Öykü’nün son sayısında –Nisan-Mayıs 2009- Margaret Atwood’la yapılmış bu mevzularla ilgili güzel bir söyleşi var; tavsiye ederim.)
Neyse, işin bu yanını bir kenara bırakalım. Kredi kartı borçlularını horgören, hatta azarlayan Başbakan’ın hattına yaklaştığım duygusuna kapıldım, bir an.
•••
Tabii bir de hatıralar var... Yılların köpüğü...
Malum, sahip olduğumuz ‘şeyler’in bir tarihi vardır; hayatımızın bir anına, bir gününe, bir dönemine denk düşen... Bunlardan kimini latif duygularla hatırlarız... Kimini ise keşke hiç olmasaydı diye... Ama dediğim gibi, sonuçta her biri aslında bizim kişisel tarihimizin bir parçasıdır.
“Bu lime lime olmuş gömleği falanca hediye etmişti.”
“şu ağzı yüzü dağılmış tişörtü Amsterdam’dan almıştım, ne seyahatti!”
“şimdi kullansam insanların güleceği şu koca gözlük beni üniversiteden mezun etmişti...”
“işte lise takımında giydiğim formam.”
Evet, sahip olduğunuz ve evinizde tutmaya ısrarla devam ettiğiniz ‘şeyleri’ şöyle bir elden geçirmeye kalkın, her biriyle vedalaşmamak için üreteceğiniz bir gerekçe olduğunu fark edeceksiniz. Oysa bütün o hatıralar, kendisinde cisimleştiğini düşündüğümüz ‘şeyler’ olmadan da yaşayabilir, zihnimizde, kalbimizde... Hatta onlardan bir miktar kurtulmanın, daha az geçmişte yaşamak gibi bir faydası da olabilir. Belki.
Ama dediğim gibi, bu işe kesin bir kararlılıkla girişin... inanın sadece yaşadığınız mekân ferahlamayacak, ruhunuzun da hafiflediğini, şöyle taze bir soluk aldığını hissedeceksiniz. Belki bana teşekkür bile edersiniz.