Yaşamımızın en az bir kısmında çokça dinlediğimiz klişe öykülerden belki de en başta geleni gâvurun pisliği üzerinedir. Bize anlatıldığı

Yaşamımızın en az bir kısmında çokça dinlediğimiz klişe öykülerden belki de en başta geleni gâvurun pisliği üzerinedir. Bize anlatıldığı kadarı ile her yabancı ve özellikle Hıristiyan olan yabancı özünde gâvurdur ve mutlaka pistir. En nazik anlatımda bile yalnızca Müslüman olan temizdir dolayısı ile öteki olan yani gâvur otomatikman pistir.
Bu alaylı anlatımı.
Öykünün okumuş versiyonu daha anlamlı ve bir o kadar da trajikomiktir.
Şöyle bakınca adama benzeyen ve aklı başında görülen yazar çizerlerin bile zaman zaman sözüm ona tarihten örnek vererek ortaçağda pis gâvurun örneğin Paris kentinde dışkı dolu kapları nasıl pencerelerden yola attığını, her yerde hastalıkların nasıl yayıldığını ballandıra ballandıra anlattığına şahit oluyoruz. Londra sokaklarında leşler yerlerde günler boyu öylece kalmaktadır ve gâvurlar dini inançları gereği sık hatta mümkünse hiç banyo yapmazlar, üstelik düpedüz koltuk altları kıllıdır.
Aynı çağlarda şahane Osmanlı yönetimindeki mutlu insanların refah ve temizlik içerisinde nasıl da hamamlardan pembe yanaklar ile çıktıkları yine bu şürekâ tarafından söylenegelir.
Tüm bu anlatıda gerçek payı var kabul edilebilir. Örneğin, Fransa’da çöp toplama alışkanlığının oldukça geç tarihlerde başladığını biliyoruz, vücut kıllarının kesilmesi de bazı Katolik mezheplerince reddedilmektedir. Londra’da Soho olarak nam salmış yerin bir mezbahana olduğu da kayıtlıdır.
Diğer taraftan İstanbul koleradan kırılırken Numan Paşa şöyle der;
Bizde şehir su yolları yoktur. Sularımız lağımlarımızla daima bir iştirakte ve birbirine sızmaktadır. İstanbul’u besleyen suları şehre nakleden su yollarında mevcut pencere ve açıklıklar suyun şehre girmeden kirlenmesine neden oluyor. Lakin asıl şehre girdikten sonra künk borular pislik ve ötekinin berikinin suyunu çalmaktan, insanların suyolcuların esiri etmekten başka hizmeti olmayan su terazileriyle İstanbul suları içilmez, murdar, pek sulanmış dışkı karışımından ibarettir. Evet Efendiler, lağımlarımızın yapımını, çerden çöpten apteshane ve kuyularımızı düşünürseniz İstanbul’da oturmak su içmek caiz değildir.(*)
Velhasılı kelam dostlar demek ki bizim hamamların suyu gâvurun sokaklarında akandan pek farklı değilmiş.
Numan Paşa’dan evvel hanlar hanı Abdülhamid, koleranın önünü alamayınca ahalinin bazı çeşmelerden su içmesini yasaklar. Bunu da gazete yolu ile duyururlar ama padişah halkın büyük kısmının gazete okumadığını bildiğinden her çeşmenin başına bir adam diktirir. Aman su mikroplu sakın buradan su içmeyin demek için mi? Yok canım siz de!
Hükümet ahaliyi su içmekten men ediyor diye bir dedikodu çıkmasın diye.
Aradan geçmiş şu kadar yıl. İnsan şu kolera salgını ile grip salgını karşısında yöneticiler arası benzerliğe şaşıp kalıyor. Ne diyelim Allah sonlarını benzetmesin.
Gâvurlar mı? Onlar yine aynı herhalde. Gerçi sokakları bal dök yala. Şehirleri birer estetik harikası. Her yer köprü, her yer su.
Ama pisler tabii. Hem Avrupa gençliği bunalımdaymış diye duyduk aynı yazarlardan. Ne yapsınlar pislikten fakirlikten depresyona girmişlerdir mutlaka. Neyse ki bizde böyle haller yok. Her çeşmenin başında bir görevli var çünkü, 120 yıldır aynı zihniyeti bekliyor. Yeter ki hükümet hakkında dedikodu olmasın.
(*) Yıldırım N., Kolera ve İstanbul Suları.
Toplumsal Tarih. 145. 2006.