Yorucu bir haftaydı. Bir süre Türkiye dışında çalışmalarımı sürdüreceğimden günlerce oradan oraya şuradan şuraya koşuşturduktan...

Yorucu bir haftaydı. Bir süre Türkiye dışında çalışmalarımı sürdüreceğimden günlerce oradan oraya şuradan şuraya koşuşturduktan sonra en nihayetinde kendimi Belçika’da buldum. Uzun yıllardan beri Mons Üniversitesi ile ortaklaşa çalışmalarıma devam ediyorum. Akademisyenlik keyifli iştir. Öğrencilerimi, dostlarımı, ailemi ve tabii oğlumu özlemek dışında seyahatler de öyle. Başka bir ülkede, başka bir üniversitede çalışmanın en güzel yanı o üniversitenin sorunları, doldurulması gereken bitmez tükenmez formları sizi hiç mi hiç ilgilendirmediğinden çalışacak bir dolu zamanınız olmasıdır.
Çok dostumuz var Belçika’da. Sağ olsunlar bizi yalnız bırakmazlar. Geldik geleli iki gündür ev temizliyoruz. Uçakları sevmem. Hiç sevmedim. Hiç sevmeyeceğim. O nedenle kendime gelmem biraz zaman aldı. Aklım başıma gelir gelmez de geçen hafta yaşadıklarımı sizinle paylaşmak isteği ağır bastı.
Cuma günü Düzce Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Funda Sivrikaya Şerifoğlu ile görüştük.  Hoca çok sakin, mütevazı ve güler yüzlü birisi ama kişiliği dışında daha önemlisi yapmak istedikleri. Düzce’yi çağdaş ve önemli bir üniversite kenti yapmak amacında olduğunu ifade ediyor. Bu hedef herhalde yeni kurulan üniversitelerin rektörlerinin tümü için geçerlidir. Ama bizi asıl sevindiren bunu yapmak için seçtiği yol. Düzce’de organik tarım konusunda çok önemli projeleri var. Umarım başarır. Bir organik tarım kenti. Dünya’da eşi olmayan kocaman bir barınak. Umut ve mutlulukla Düzce’den ayrılıyoruz. Ertesi gün İstanbul’da tek başına ekolojist ve savaşçı Prof. Dr. Orhan Kural ile birlikte çok keyifli bir sohbet gerçekleştiriyor, birlikte kahve içiyoruz.
Onun projelerine, programına yetişmek, yahut şuralarda anlatmak olası değil. Üç gündür yollarda olduğumdan Sayın Başbakan’ın sözlerini, sonra gazetecilerin cevaplarını Kural Hoca’dan öğreniyorum. Meğer ben yollardayken medyada bir köpektir gidiyormuş.
İslamcılar köpeği İslam tarihine ait nedenlerden dolayı geleneksel olarak sevmezler. Başka bir deyişle sevseler de sever görünemezler. Ama koskoca, aklı başında üniversite öğrencilerinin yolda aylak aylak yatan kendi halindeki köpekten korkmasını, tiksinmesini anlamak, işte o pek mümkün değil. Hele bu konuda bazılarının üniversite yönetimlerine baskı yapıp, köpek itlaf ekiplerini devreye sokmaya çalıştıklarını öğrenmek daha da acayip. Genç, pırıl pırıl bir öğrenci neden bir köpeğin ölümünü istesin? Hayvan sevgisinin yaşı-memleketi-sağcılığı-solculuğu olmaz sanırdım. Yine de öyle olmasını umuyorum.
İşin hayvanları siyasete alet etme yönü başka. Sayın Başbakan ancak “ayağı kokmayanların*” anlayacağı gizli bir jargonla “onlar köpekleri ile yatarlar” diyerek baş aşağı gitmekte olan durumunu kendi tabanı için bir süreliğine kurtarıyor olabilir. Ama bu sözlerin yarattığı başka bir etki daha var. Her gün hoşgörüden konuşanların, zavallı köpeklere bile ne ölçüde tahammülsüz oldukları ne kadar ortada değil mi? Oysa daha düne kadar Sayın Başbakan yaptığı konuşmalarda sinesine vura vura Yaratan’dan ötürü yaratılanı ne çok sevdiğini açıklamıyor muydu?
Hoşgörü göstermek zordur. Tam da sivrisinekteki mucize, arıdaki keramet, lahanadaki şifa gibi saçmalıkların moda olduğu şu günlerde bu talihsiz açıklamanın yapılması herhalde bu işlerden ekmek yiyenleri epeyce zor durumda bırakmıştır. Ama önemli değil, yüreği olmayanların hafızası zayıftır. Çabuk unutur. Hem zaten Sayın Cumhurbaşkanı Kenya gezisinde bir esir çitanın başını severek gereken mesajı vermiştir. Taraf tutulmuştur. Kediler ve köpeklerin milyon yıllık geçimsizliğinde dönemsel siyasetin temsil ettiği düşünce “kedici” olmuştur. Seçim krizi kedileri teğet geçmiş, kabak köpeklerin başına patlamıştır. Hayırlara vesile olsun.
*Bu terim Fethullahçıların icat ettiği ve sonra pek sevilen bir zırva olup iyi Müslüman adayı anlamına gelir.