Martin Luther King, ırk ayrımcılığına karşı "sivil haklar" hareketinin sözcüsü olarak; ırk ve renk ayrımının olmadığı bir dünyaya özlemini anlatırken, konuşmasına şu sözcükle başlamıştı: "Bir rüyam var."

Martin Luther King, ırk ayrımcılığına karşı "sivil haklar" hareketinin sözcüsü olarak; ırk ve renk ayrımının olmadığı bir dünyaya özlemini anlatırken, konuşmasına şu sözcükle başlamıştı: "Bir rüyam var." King, rüyasının sonunu göremeden, bir suikast sonucu öldürülmüş olsa da, onun sözcülüğünü üstlendiği hareket; en azından ABD'de siyahların beyazlarla eşit haklara sahip olacağı yeni bir toplumsal dönemin kapısını aralamıştı. Lokantaların, barların girişlerine asılan o utanç verici "zenciler giremez" tabelaları, büyük ölçüde King ve arkadaşlarının mücadelesiyle bugün için geride kalmış durumda.

Dünya tarihinin en zalim işgallerinden birini gerçekleştiren Bush yönetiminin "güvercin" kanadında yer alan Powell, Bush'un yeniden seçilmesinden sonra yerini siyah bir kadına, Rice'a bıraktı. Hem bir kadın, hem de bir siyah olarak; ezilen bir cinsle ezilen bir ırkın kimliğini taşıyan Rice'ın bu "yükselişi" Martin Luther King'in rüyasının gerçekleşmesi anlamına mı geliyor? Lokantalara, barlara alınmayanların; ayrı otobüslere binmek zorunda bırakılanların çocukları, torunları artık Beyaz Saray'da söz sahibi olabildiğine göre, sorun çözülmüş mü oluyor? Oysa "rüya" kabusa dönüşmüş durumda. Rice'ın da içinde yer aldığı yeni muhafazakarlar dünyanın her yerinde bir "dehşet imparatorluğu" oluşturmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Ezilen sınıflardan, halklardan, cinsiyetlerden, ırklardan gelip, iktidar gücünü ele geçirenler, kısa süre içinde "efendilerine" dönüşüveriyorlar.

Bu kural bizim için de geçerli. Recep Tayyip Erdoğan, Fenerbahçe Stadı'nda Beşiktaş Teknik Direktörü Rıza Çalımbay'a sınıfsal kökenini hatırlatan bir pankart açıldığında "bize de zenci demişlerdi" diyerek, İslamcı akımların rejim tarafından nasıl bir toplumsal dışlanmaya tabi tutulduklarına vurgu yapıyordu. Büyük ölçüde bu dışlanmanın yarattığı mağduriyeti bayrak yaparak halk desteğini kazanan AKP şimdi iktidarda. Recep Tayyip Erdoğan ise kendi geçmişinden ve toplumsal kökenlerinden çok farklı bir yola yönelmiş durumda. ABD eksenli bir dış politikadan vazgeçmeyeceğini açıklarken, IMF'nin direktiflerine harfi harfine uyarken; coplanan kadınları, gençleri seyrederken, ne kadar da çok kendisine "zenci" diyenlere benziyor.

Oysa AKP gelenekselleşmiş siyasetin "merkez partilerini" yerle bir ederek büyük bir parlamento gücü elde ettiğinde, "dışlananların öfkesi" türünden yorumlar yapılmıştı. "İslamcılar" yıllardır eleştirdikleri rejimi değiştirme şansını yakalamışlardı. Rüşvet ve yolsuzluklar bitecek, lider sultası ortadan kalkacak; kendi iç demokrasisini kuran AKP, ülkeye de demokrasi getirecekti. Üstelik uluslararası konjonktür de son derece uygundu. 11 Eylül saldırısından sonra "İslami teröre" karşı "ılımlı İslam" bir model olarak savunuluyor; sorunun bir "medeniyetler savaşı" olmadığı; Türkiye ve AKP iktidarı üzerinden kanıtlanmaya çalışılıyordu. Recep Tayyip Erdoğan ise adeta uluslararası bir "arabulucu" gibi; ABD'den AB'ye mekik dokuyor; Batılı liderlerle "dünyanın egemenleri" fotoğrafına dahil olmaya çalışıyordu. Kural işlemiş; dışlananlar dışlayanlar gibi davranmaya başlamıştı. Tezkerenin reddedilmesiyle, Türkiye'nin ezilenler nezdinde kazandığı onur, şimdi İncirlik'te imzalanan gizli antlaşmalarla; 'ABD ekseninde bir dış politika izleyeceğiz' demeçleriyle yok oluyor. AKP, "celladına gülümsemeye" devam ediyor. Üstelik bunu "celladıma gülümserken" sözcükleri bir İslamcı şaire aitken bile yapıyor.