Belki de Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığının kimse farkında değil. Farkında olsa bile belki de bağırmayacak, kapalı dünyasında fenomen olabilmenin hayalleriyle figüran olarak...

Belki de Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığının kimse farkında değil. Farkında olsa bile belki de bağırmayacak, kapalı dünyasında fenomen olabilmenin hayalleriyle figüran olarak yaşamaya devam edecek...

 

Son zamanlarda dikkat ettiyseniz toplumlarda bir fenomen hastalığıdır gitmekte. Birisi başkanlığa giden hayatını yazıyor, öteki aniden evleniyor, beriki küçükken tuttuğu takıma transfer oluyor, ucundaki çocukluğunda simit satarak ayakta kaldığını falan uyduruyor. Magazinel gündemi oluşturan eğlendiricilerin olsun, sanatsal gariplikleri sergileyen karizmatik sanatçıların olsun ya da snob olmayı, küstahlığı bir kostüm gibi giyenlerin de derdi hep aynı. Kısaca fenomen olabilmek. (Olmayı başaranların da bu fenomen statülerini koruyabilmek için ne taklalar attıklarına da şahitlik ediyoruz.)

Fenomen ve adaylarının isimlerini hatırlayamadıysanız, bir parça düşünürseniz kimler olduklarını gazetelerin her sayfasındaki örnekleriyle çıkarabilirsiniz. Her meslek grubundan isimleri bulmak mümkün. Yani kendi imgelerine özen gösteren; politikacı, akademisyen, sanatçı, entelektüeller, sevimli görünerek fark edilebilmek için çırpınıp duruyorlar. Amaç daha görünür olmak, şeffaf olabilmek.

‘Top model’ler ve ‘reality show’ların baş aktörlerine öykünen ya da benzemek isteyen o kadar çok adayımız var ki. Kısaca “Bana bakıyorlar o halde varım” yeni yaşam replikleri oluvermiş.

Bakış sayesinde ve bakış için var olmak, günümüzün sloganı oldu. Yani sana ne kadar bakılıyorsa o kadar varsın. Sana daha çok bakan olabilmesi için her yolu denemelisin.

Bu söylemin mantığı, toplumda yaşam deneyimlerinin yoksullaşması olarak savunulamayacağına göre, sanırım libidonun şeffaflıktan besleniyor olmasıyla alakalı olabilir diye düşünmekteyim.

Yukarıda da dediğim gibi, ‘Big brother’ denilen (‘Biri Bizi Gözetliyor’) televizyon şov programları uzunca bir süredir toplumları, gözetleme kulesinin zararlı bir şey olmadığı konusunda ehlileştirmedi mi? Msn ve Facebook benzeri zırvalıklar ve daha önemlisi cep telefonunun keşfi ile şeffaf sistemin bu yolla inşası hız kazanmadı mı? Yani zırt pırt yeni modellerini aldıkları cep telefonları ile insanlık, nerede ve kiminle olduğunu, bulunduğu yerde ne aradığını, neyi nasıl ve neden yaptığını herkes bilsin diye, cep telefonlarını en müsait yerlerinden çıkararak kısa mesajlaştırmıyorlar mı?

Geçen hafta içerisinde de ‘Nu-M8’ adında bir bilezik sürdüler piyasaya çokuluslu şirketler. Amaç çocuklar kaybolduklarında bulunsunlar ve başlarına bir tehlike gelmesin. Çocuğun bileğine takılıyor ve çıkarılması da çok zor. Yaptığı iş dolayısıyla dünyada bir ilk olduğu palavrası da cabası.

Bu bilezik çalıştığı süre boyunca GPS uydu sistemiyle iletişim halinde ve çocuğun yeri sürekli olarak özel bir sunucuya bildiriliyor. 3 metre hata payıyla çocuğunun nerede olduğunu bilmek isteyecek aileler bu servis için ürünün satış fiyatına ek olarak aylık 10 dolar ödemek durumundalar. Ürün 3 gün şarj edilmeden çalışabiliyor.

Ancak ‘Nu-M8’ bilekten çıkarıldığında ailelerin belirledikleri cep telefonlarına uyarı mesajı geliyor ve çocuğun bulunduğu yer, sokak adı ve posta kodunu içeren bilgi aileye iletiliyor. Nasıl sevimli nasıl iyilik meleği formatında anlatamam. Yine bir denetleme  mevzubahis ama pazarlama stratejisi gereği çocuklarınızı koruyoruz sloganı kullanılıyor. 

Herakleitos, “Gündelik Yaşam, insanların uyuklayarak yaşamasını, kendi yaşamlarının bilincinde olmadan yaşamasını sağlar” der. Çocuklar için satışa çıkan şu saat bilezik gibi, yetişkin insanlar olan bizler de, bu elektronik hapishane bileziğinin bir benzeri olan cep telefonlarını üstelik para ödeyerek üzerimizde taşıdığımız günlerden bu yana, ‘özgür birey’lerimizi denetime açık tuttuğumuzu fark edemiyoruz.

Okul, fabrika, hastane, kısaca tüm kurumların amacı bireyin eline bir oyuncak vererek, ölmeden yaşayabileceği miktarda maaşla onları sabitlemek, kontrol altında tutmaktır.

Bir üretim aygıtına bağlıymışız gibi, birbirimize bilgi aktarmaya, İngilizce kurslarına gitmeye, yüz kişilik gruplarla bir arada tatil yapmaya, futbol maçlarında bağırmaya kadar her alanda birey, bir üretim sürecine dahil edilerek emek sömürüsü sağlanmakta yani onlar birer işçileştirilmektedirler.

Burnumuzun dibinde İsrail’in Filistin topraklarında giriştiği katliam devam ederken, belki de Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığının kimse farkında değil. Farkında olsa bile belki de bağırmayacak, kapalı dünyasında fenomen olabilmenin hayalleriyle figüran olarak yaşamaya devam edecek.

Dünyanın, tarihin ve ortamın kısmen bir dekor olduğu ve insanlığın önemli bir kısmının figüranlar olduğu küçük hikâyelerde kaybolup gidiyoruz şu gündelik yaşamın albenisiyle. Uyuklayan insanlar olarak, televizyon ya da kitle denetim mekanizmalarıyla öfke, sevinç, kahkaha ya da gözyaşı selleriyle rehabilite oluyoruz.

Bir gün yeryüzü gerçek bir cennet olduğunda ve bunun adı devrim olduğunda, bireylerin disipline ve kontrol edilmediği, herkesin başoyuncu olduğu, özgür toplumda mutlu insanlar olarak yaşayacağız. Ve 80 sonrası gösteri toplumunun (gösteriş budalası, herkese her yerini gösterenler) ortaya çıkışıyla birlikte kök salan, baskı dünyasının ve pasif muhalefetin itaatkâr seyircileri çakma fenomenler, elektronik bilezikleri olan cep telefonları ile ilelebet sanal kahramanlar olarak kalacaklar.