Diye. Ben de okumayı ve gezmeyi seviyorum galiba. Okuyarak gezmeyi daha da çok. Okumak aklın içinde gezmek gibi gelir...

Orhan Veli der ya hani;
Güzel kadınları severim
İşçi kadınları da severim
Güzel işçi kadınları
Daha çok severim,

Diye. Ben de okumayı ve gezmeyi seviyorum galiba. Okuyarak gezmeyi daha da çok. Okumak aklın içinde gezmek gibi gelir hep bana. Sınırları yoktur. Ne gezmenin, ne de aklın.
Tarih okumak gezmenin en sınırsızı. Çünkü yalnızca düzlemde değil, zamanda da yolcular seni. El sallayanın yoktur böyle yolculuklarda. İnecek durakların da.
Güzel tarih yazıları araştırmacıların elinde büyük tekneler haline döner. Geçen hafta Toplumsal Tarih Dergisi’nin Mayıs sayısında Boğaziçi Üniversitesi’nden Edhem Eldem‘in “Kaplumbağa Terbiyecisi” başlıklı incelemesi böyle bir yolculuğa çıkarttı beni işte.
Osman Hamdi Bey’in 1909 yılında yaptığı bu tablo 2004’de Pera Müzesi’ne 5 trilyona satıldığında kıyamet kopmuştu. Bir tablo yüksek fiyata satıldığında değer ve anlam kazanır sanat. Ahmakların gözünde elbette.
Hatırlıyorum. Çok yorumlar yapılmıştı bu tablo hakkında. Kaplumbağalar Osmanlı’daki değişimin yavaşlığını sembolize etmekteymiş pek çok yorumcuya göre. Ya da başkalarına göre de yobaz-aydın çatışmasını yansıtmaktaymış. Daha neler neler. Ne mesajlar, ne semboller gizliymiş. Eldem, bu konuyu biraz ti’ye aldığı çalışmasında alaycılığında biraz abartıya kaçıp özellikle de son paragrafta gereksiz bir zafer sarhoşluğu sergilese de ne yalan söyleyeyim güzel bir yazı denizi idi hepsi.
Her cümlesine katıldım galiba. Tablonun adı gerçekten de çok alışılmış değil. Aslan, köpek, at terbiyeciliği neyse de kaplumbağa terbiye etmek diye bir hüner Osmanlı’da var mıydı? Diye sorgulanan yazıda eğer öyle ise Osman Hamdi Bey yalnızca bunu anlatmış olabilir gerçekten de deniyor. Ve buluyor da bir dedektif gibi izlerini engin tarih denizinde boğulmadan. Kore’de geçen yüzyılın sonunda bile böyle hünerbazlar mevcutmuş. Kaplumbağalar terbiyecinin emri ile türlü numaralar yapıyorlarmış. Örneğin önde büyük olanlar arkada küçükler bir kısa ayaklı masaya tırmanıyor, sonra da daha küçük olanlar tırmanabilsin diye birbirlerine tutunup bir merdiven ve ardından da bir kule oluşturuyorlarmış.
Kaplumbağalar ile gerçek anlamda ilk kez genç bir biyoloji öğrencisi iken 21 yıl önce tanışmıştım. Bir gece vaktiydi ve unutulmazdı. Aslında kaplumbağaların karada yaşayanına (yani konumuz olanlarına) tosbağa demek daha doğru olacak. Türkiye’de deniz kaplumbağaları hayli ünlü ama tatlı su kaplumbağalarının ve tosbağaların meraklısı nispeten az. Hünerli olanları mı? Benim evimde zaman zaman misafir olanlar pek hünerli değil açıkçası ya da benim onları “terbiye” etmek gibi bir niyetim yok.
Tosbağaların Türkiye’de en az üç türü ve çok sayıda alttürünün yaşadığını biliyoruz. Eğer bir tosbağayı yavaş ve ahmak sanıyorsanız ya çok masal dinlemişsinizdir, ya biyoloji bilginiz Harun Yahya’nın internet sitelerinde bulunanlar ile sınırlıdır (yani bir başka masaldır) ya da onları hiç doğal halleri ile görmemişsinizdir. Özellikle erkekler çiftleşme dönemlerinde çok hızlı, inatçı ve güçlüdürler. Çabuk öğrenirler, asla unutmazlar ve gerçekten de çok eğlenceli dostlardır.
Sanat tarihi benim konum değil. Resimden de ancak bazı belediye başkanlarından az hallice denecek kadar fazla anlarım. Yine de güzel olanı severim, doğal olanı severim. Dostlarımı konu eden tabloları görmeyi ve onlar hakkında yazılan güzellikleri de okumayı seviyormuşum meğer. Onu da yeni öğrendim,  son çıktığım tarih yolculuğunda.