Başbakan Erdoğan, “İlk 24 saat bir başarısızlık oldu bunu kabul ediyoruz” dedi. İlk bakışta açık yüreklilikle yapılmış bir itiraf gibi görünüyor ama...

Başbakan Erdoğan, “İlk 24 saat bir başarısızlık oldu bunu kabul ediyoruz” dedi. İlk bakışta açık yüreklilikle yapılmış bir itiraf gibi görünüyor ama... Ya sonraki günler? Televizyon ekranlarına yansıyan, yardım almak için kilometrelerce uzunluğunda kuyruklarda bekleyen yurttaşları, ya da buna tahammülü kalmayıp yollarda durdurdukları yardım kamyonlarını yağmalayanları bir kenara bırakalım. Depremin üzerinden beş gün geçtikten sonra Van Valisi Münir Karaloğlu, “2200 konutun kullanılmaz halde olduğu köylerde henüz bir çalışma yok” diyor. Yani devlet, felakete uğramış vatandaşlarının bir kısmını kaderine terketmiş durumda.

* * *

Türkiye’de felaketler karşısında devletin refleksi, hükümetleri de aşan bir gelenek üzerine kurulmuştur. Hükümetler bu geleneği, birbirlerinden devralır, birbirlerine devrederler. AKP hükümeti de tıpkı kendinden öncekiler gibi söz konusu geleneğin sıkı takipçilerindendir.

Nedir bu gelenek?

Vaktiyle bir başka felaketin ardından devletin ‘aczi’ üzerine şöyle demişiz:

“Türkiye Cumhuriyeti devleti, vatandaşın derdine deva olmak, güç durumdaki insanlarına el uzatmak üzere örgütlenmemiş. Aksine bütün varoluş mantığı, kendisini vatandaşına karşı korumak! Her örgütlenmesi, her pratiği ‘içerden ve dışardan’ gelecek (bunlar genellikle birlikte gelirler!) tehlikeyi bertaraf etmek maksadına dönük.”

* * *

Yıllardır uygulanagelen neoliberal politikalar sonucunda devletin kamusal sorumluluklarını bir kenara bırakıp, bir yanıyla sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük; diğer yanıyla da polise tanınan yetkilerden özel yetkili mahkemelere uzanan ‘devlet güvenliği’ odaklı bir yeniden yapılanmaya girdiği malum. Bu yeniden yapılanmanın AKP iktidarı eliyle gayet mahir bir biçimde uygulandığını söylemeye gerek yok. Sosyal sorumluluklar ise belediyeler, cemaatler, tarikatlar eliyle yürütülen sadaka ekonomisinin insafına terkedildi.

Üstelik bütün bu süreç öylesine ağır bir ideolojik taaruz altında gerçekleştirildi ki, gelinmiş olunan nokta, “zaten olması gereken” olarak algılanmaya başlandı.

Yani... Deprem felaketine uğrayan yurttaşlarına doğru düzgün yardım ulaştırıp dağıtamayan devletin, üç tane üniversite öğrencisinin parasız eğitim talepleri karşısında son derece örgütlü biçimde tepelerine binmesi bu ülkede “olağan” karşılanır oldu. Devlet dediğin zaten böyle bir şeydir!

* * *

Önceki gün Metin Münir Milliyet’te bir yazı yazdı. İstanbul’un karşı karşıya olduğu deprem tehlikesine rağmen hükümetin bu konuda dikkate değer bir tedbir almadığına işaret edip, konunun ülke zenginliğiyle bir ilgisinin olmadığını söylüyor ve çarpıcı bir örnek veriyor: 2010 yılında Şili’de meydana gelen 8,8’lik depremde (dünyanın eksenini sekiz santimetre, depremin üssü Concepcion şehrini batıya doğru dört metre kaydıran bir deprem!) toplam can kaybı sadece 521.

Sonra da bir varsayımda bulunmuş Metin Münir: “İstanbul yarın 8,8 büyüklüğünde bir depremle buluşsa ne olur? Ertesi gün sağ kalanlar muhtemelen şunu duyar: ‘İstanbul’da deprem. Bir milyon ölü.’”

Şimdi gelelim asıl meseleye... T24 haber sitesi, Metin Münir’in yazısını sayfalarına taşımış ve yazının altında okurlardan gelen tepkiler var. Sıkılmayacağınızı düşünerek ilk beş tepkiyi buraya taşıyorum:

“Van’ın yarasını sarmadan İstanbul’a ağıt yakmanın ne anlamı var. Fantazi takılmanın bir anlamı yok. Senin yazdıklarını herkes biliyor.”

“Bir milyon insana şimdiden kefen biçmenin anlamı ne?”

“Mübarek yazar değil sanki felaket tellalı.”

“Olmayacak bir büyüklükteki deprem tahmini için kafa yormak, yorum yapmak ne kadar aptalca: 8.8!”

“Müneccim başı zatı muhterem depremin şiddetini bile yazmış: 8.8”

Okuduklarını anlamamak bir yana, vatandaşın da muhtemel bir felaket senaryosu karşısında tepkisi bu. Yukarda da dedim ya, bu ülkede zaten her şey olması gerektiği gibi!

Ne diyelim, Allah devlete zeval vermesin.