Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından yüzümüze bıçkın bir Akdeniz rüzgarı çarpı yor. Limandan dağlara doğru kıvrılarak yükselen dar sokaklara ardı ardına dizilen evler kim bilir

Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından yüzümüze bıçkın bir Akdeniz rüzgarı çarpı yor. Limandan dağlara doğru kıvrılarak yükselen dar sokaklara ardı ardına dizilen evler kim bilir kaç serenada ev sahipliği yapmıştır diyerek tepelere doğru tırmanıyoruz. Gizli bahçelerde davetkâr güzelliğiyle sıralanan portakal ağaçlarının kokuları, denizin kokusuna karışıyor. Yükseklerden Napoli bir rüya gibi, hayatın kıyısına tutunan boşvermişlik duygusunu, Akdeniz’in tembel ve yorgun insan yüzleriyle buluşturuyor.

Sokaklarda boy boy Komünist Parti afişleri; eskinin meydan okuması yerini yeniden kabul edilme çabasına bırakmış görünüyor; bir banka, bir araba reklamı gibi tasarlanmış, orak çekiç’in adeta bir "logo" haline dönüştüğ ü afişler bunlar. Ama dert aynı, "parasız nitelikli sağlık" talebi kampanyanın temel motifi olarak görünüyor.

Üzüm bağlarını, kivi bahçelerini arkamızda bırakarak Roma’ya doğru yol alıyoruz. Kölelerin emekleri üzerinde yükselen ama hep "efendilerin" adıyla anılan meydanlarda geziyoruz. Adeta insanlık adına işlenen suçları örtmek için gözümüze sokulan ihtişama tanı klık ediyoruz. Ve tarihsel mirasının altında ezilen çağdaş İtalya geliyor aklımıza; bir de Marks’ın sözü: "Bir olay tarihte iki kez yaşanı r, birincisi trajedi ikincisi ise komedi". Gerçekten de Sezar’ın muhteşem imparatorluğunun yanında komediyi andıran Musollini faşizmi Marks’ı doğruluyor. Bugün de öyle değil mi? Emperyal yarışta geride kalmış, ama hep "forza italia" diye bağıran bir "mafyozo" lidere teslim edilmiş bir ülke.

Geniş avlularında; ya da dar labirentlerinde gezerken insana "uhrevi" bir hazdan daha çok entrika ve bağnazlığı çağrıştıran Vatikan gezisine; cep telefonlarımıza düşen "Ağca serbest bırakıldı" mesajları eşlik ediyor.

Floransa’da ise çağ atlıyoruz. Rennesaince’ı n boy attığı bu kentle birlikte imparatorluğu, yok olup giden Pompei’yi, Engizisyon’u geride bırakıyoruz. Artık olağanüstü tabloları n odağında insan var. Yüzler, eller, vücutlar bütün gövdesi ve aklıyla insan...

Pisa’ya girerken hemen eski köprünün altına sıkışmış Komünist Parti lokaline takılıyor gözümüz… Sonra bütün "siyah"ların surların dışında, İtalyan’ların ise dükkanlarda incikboncuk hediyelik eşya sattıkları uzun bir avluda yürüyüp her turist gibi; eğri kuleyi "tavaf" ediyoruz. Ama asıl heyecan Livorno yolunda… Mutlaka bir Livorno forması almam gerekiyor; şehrin sokaklarında Dok işçilerini seyrederek Stadyum’un yolunu tutuyoruz. Duvarlar 80 öncesi gibi. Faşistlere ve bu arada tabii ki Lazio’ya karşı sloganlar, orak çekiçler… İmparatorluk, burjuvazi, faşizm derken proletaryayı Livorno’da bir stadyumun duvarlarından tanıyoruz…

Sonra ver elini Adriyatik kıyıları yine uzun ve yorucu bir dönüş yolu... Atina’da her şeyi unutuveriyoruz; yol ararken yanımıza yanaşan bir arabanın sürücüsü Rum ağzıyla konuştuğu akıcı Türkçe’siyle çıkıp geliveriyor; "34 plakayı görünce yapışıverdim arkanıza, bir yardımım olabilir mi?" Donup kalıyoruz "Takip edin" diyor ve uzun sokakları geçerek gideceğimiz yere kadar eşlik ediyor bize. Doğma büyüme Suadiyeliymiş; moda sokakları nı;İstanbul’u konuşuyoruz.

Adı ne bilmiyoruz; bildiğimiz doğduğu yer ve taksi şöförü olduğu. Onu ve onun gibileri doğduğu topraklardan "sürgüne" mecbur eden o lanet olası "Türkleştirme" politikaları nın utancı çöküyor omuzlarımıza. Biz… biz , bu arabanın içinde yeni ülkelere yelken açanlar onlardan değiliz; biz kıranlardan değiliz, çok kırıldık; bunun ne demek olduğunu biliyoruz, hayatlarımız tanıktır:

Hey, Suadiyeli ; dönüyoruz ama seni kalbimizde götürüyoruz. Bize yabancı sokaklarda ışık oldun, bize "yapıştın!"