Tarih öncesinde yaşanan jeolojik bir çöküntü sonucunda iç ve dış denizlerle çevrilen bir kara parçası. Haritaya baktığınızda kıtalar arasında rastlantısal olarak sıkışmış sanki ikinci bi

Tarih öncesinde yaşanan jeolojik bir çöküntü sonucunda iç ve dış denizlerle çevrilen bir kara parçası. Haritaya baktığınızda kıtalar arasında rastlantısal olarak sıkışmış sanki ikinci bir "sarsıntı"da sular altında kalacakmış hissini veren "aykırı" bir ülke. Burayı yurt bellemiş, göçlerle gelen insanlara yataklık etmiş, farklı diller konuşan, farklı inançlara sahip "melez" bir halk. Medeniyetler, imparatorluklar görmüş yorgun topraklar. Bu yüzyılın başında küllerinden doğan yeni bir cumhuriyet ve yeni bir devlet.

Güzel bir ülke burası; doğanın insanlara sunduğu dört mevsimi yaşayabilen, sakin denizleri, uslu dağları, ülkeyi boydan boya geçen nehirleriyle; olağanüstü yemekleri, şarkıları, türküleriyle, şaşırtıcı tarihsel zenginlikleriyle, her an sürprizler taşıyan gündelik yaşamıyla güzel ve yaşanası bir ülke.

Belki doğal kaynakları kısıtlı, ekonomisi çarpık, bölgeler arası dengeleri bozuk, altyapı sorunları karmaşık ama genç nüfusuyla, insanlarının yeni koşullara hemen uyabilme özellikleriyle potansiyelleri olan bir ülke.

Bütün bunlara karşın hiçbir temel sorununu tartışamayan, hiçbir hesaplaşmasını yapamayan, yıllardır kötü yönetilmenin acısını yaşamış adeta belleksiz ve tarihsiz bırakılmış bir ülke.

Yönetimsel düzeyde neden Kürt sorunu hala çözülemiyor? Neden "derin devlef'le yaşamak zorundayız? Neden hâlâ düşünce suçu diye bir ayıbı sürdürüyoruz? Laiklik, demokrasi, insan hakları, yerel demokrasi vb kök salamıyor?

İnsani gelişmişlik endeksinin önemli göstergelerinden olan bebek ölümlerinde, okuma yazma oranında, gelir dağılımı bozukluğunda, yolsuzlukta vb neden "azgelişmiş ülkeler" düzeyindeyiz?

Oysa dünyanın 20 büyük ekonomisinden biri olduğumuzdan söz ediliyor, "borsamız" rekor üstüne rekor kırıyor; paramız "değerleniyor", yabancı sermayenin gözde alanlarından biri oluyoruz şeklindeki bir söylem her gün yeniden yeniden gözümüzün içine sokuluyor.

Siyasetin "lan"lara, "kıvırtma"lara indirgendiği, "vatan-millet" edebiyatının son derece köklü sorunların çözümüne yanıt getirmek için kullanıldığı; "dindar" olmanın ya da dini kullanmanın siyasal başarı için temel ölçüt sayıldığı, "Atatürkçü" olmanın belli sayıda oy almak için yeterli görüldüğü bir alandan "çözüm" çıkacağını sanmak, eskilerin deği-miyle "abesle iştigal" değilse nedir?

Her gün artan işssizlik nasıl çözülecek? 70 milyon insana refah ve kaliteli yaşam için gerekli bir üretim hangi kaynaklarla ve hangi yollarla yaratılacak? İnsanca yaşamanın olmazsa olmaz koşulları sağlıkta, eğitimde adalette nasıl sağlanacak? Bu topraklarda yaşayan insanlar dünya ölçeğinde bir demokrasiye ve özgürlüklere ne zaman ve nasıl sahip olacaklar?

Sorular çoğaltılabilir, tartışmasız olan siyaset denilen şeyin esas olarak bunların gerçekleşebilmesi açısından bir anlam taşıdığıdır. Elbette bu temel sorunların tartışılması "nötr" bir alan değildir. Derin sınıf farklılıklarına sahip, nüfusunun neredeyse dörtte biri yoksulluk sınırının altında yaşayan bir ülkede herkesi eşit oranda tatmin edecek tek bir politika var olamaz; sorun da tam bu noktada karşımıza çıkıyor, yoksulların.ezilenlerin,dışlanmışların kendi hayatlar için kendi çözümlerini ortaya koyacakları bir "siyasetin" henüz yaratılamamış olması.