Çok sağlıklı bir çocuk değildim. Hastahane koridorlarında sıramı beklerken, genellikle serum ya da eski ilaç şişelerinden ürettiğim kasabalarla bir hemşire kızana yahut bir doktor...

Çok sağlıklı bir çocuk değildim. Hastahane koridorlarında sıramı beklerken, genellikle serum ya da eski ilaç şişelerinden ürettiğim kasabalarla bir hemşire kızana yahut bir doktor çağırana kadar oyunlarımı sürdürürdüm.

Astım tuhaf bir hastalık, devrimci hastalığı, yanlış anlaşılmasın naçizane bendenizden pek devrimci diye söz etmek olası ya da haddim değil ama yaşamı boyunca duvardaki bir çatlaktan nefes almak zorunda kalan bir insan gerçekten de sonraları öyle fazla bir şeyden çekinmiyor. O yüzden olsa gerek astım hastaları biraz baş edilmesi zor ve isyankâr insanlar oluveriyorlar.

Hasta bir çocukluğun yarattığı tuhaf tıbbi bir jargon ile büyümek de insanı garipleştiriyor. Benim için süt içmek keyifli değildi çünkü yalnızca süt içmiyor kalsiyum alıyordum, ıspanak yiyorsam bu benim için demir almaktı, havuç benim için havuç değil karoten takviyesiydi. Portakal ise C vitamini kaynağı hatta pınarı.

İnsanın kendisini yarı kimyasal yarı tıbbi bir terminolojiyle dört yanının hastalıktan beter sarılmış halde bulması çok kötü bir tecrübe. Birden zengin aristokrat geçimli sınıfın sağlıklı yaşam sevdalısına benzer züppe bir hayat sürmeye benziyor. “Sınıf atlayacağıma uçurumdan atlarım daha iyi be!” deyip sıyrıldım bu sefillikten.

Sağcıların çevrecileri “ti” ye alması ya da “boş zamanlarda çevrecilik yapıyorlar” demesinin altında da bu yatıyor galiba. Deniz kaplumbağaları projelerinde çalıştığım yıllarda en büyük tepkiyi de bu tarzda ve tam da bu sebepten gördüğümüzü dün gibi anımsıyorum. “Orçun” gibi isimleri olan genç zengin zibidilerin hevesli dernek hobileri gibi görünen bu uğraşlar zamanla rayına oturdu.

Türkiye’de ekolojik hareket çok ağır ama dengeli aşamalardan geçerek bugünlere geldi. Dünya için de bu söylenebilir belki. 40’lı yıllarda DDT mucize ilaç gibi görülüyorken 1970’lerde önce ABD’de sonra sırayla diğer ülkelerde yasaklandı. DDT’nin uzun yıllar (yaklaşık 40 yıl) toprakta bozunmadan kalabildiği, yine sudaki bir birim DDT’nin biyolojik yükseltgenme adı verilen bir mekanizma ile örneğin balıkla beslenen bir kuşta beş yüz bin katına çıkabildiği anlaşıldığında insanoğlu dehşetle bir şeyler yapılması gerektiğine karar verdi.

DDT’nin yasaklandıktan on yıl sonra bile Türkiye’nin güneyinde sıtmaya karşı ilaçlama faaliyetlerinde kullanıldığını hatırlıyorum. Daha da garibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de arsenik gibi maddelerin aspest ile karıştırılıp böcek mücadelesinde meyve ağaçlarına ilaç niyetine tavsiye edildiğini de biliyoruz. Tüm bu maddeler günümüzde yanından bile geçilmeyen kimyasallar. Dedelerimizin elmayı aspestli ve arsenikli yediğini bilmiyor olmaları da ayrı konu. Arsenik torunlarıyız biz.

Bizim üzerimizde kimyasal deneyler yapılalı zaten neredeyse 60 yıl oluyor. Hamdolsun bunları da atlatmışız. Hepsi bizi teğet geçmiş. Şimdi, “GDO’lar girsin mi memlekete?” tartışmaları süredursun siz bakın bakalım o kullandığımız deterjanlar içindeki mucize topçuklar nelerden yapılıyor ya da yediğiniz herhangi bir çikolatanın içinde yer alan “soya lesitini” neyin nesidir.

Geçenlerde manavdan kilosu resmen 25 TL’ye elma alan kadıncağız yanındakine en iyi elmanın bu olduğunu, çok para verdiğini ama sağlıklı beslenmeye özen gösterdiklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Bu mutlu kadıncağızın elindeki elmayı bizim laboratuvara götürsem içinde ne kadar böcek ilacı, arsenik, DDT, hormon ya da fosfat kalıntısı bulabileceğimi hesaplarken O GDO’lu deterjanını ve elmalarını alarak keyifle uzaklaştı. Ben de yıllar sonra yine kullanılmış ilaç şişelerinden yapılma kasabalar ile oynadığımı fark ettim.