İşte yılın son günü... Caddelerdeki bütün o ışıltılı yılbaşı süslemeleri artık neden hüzün veriyor bana, diye düşünüyorum

İşte yılın son günü...

Caddelerdeki bütün o ışıltılı yılbaşı süslemeleri artık neden hüzün veriyor bana, diye düşünüyorum. Yaşımın önüne 5 rakamı geleceği için olabilir mi? Belki.

Belki de yeni yılla birlikte hakikaten yeni birşey olmayacağının tecrübesi... Sadece kişisel olarak değil. Memlekette ve dünyada da...

Çünkü kötülük, düzenini iyi tutturdu. Büyük bir açgözlülükle yoksulların elinde avucunda ne varsa çalıp çırpmayı maharetle beceriyor. Mazluma da bir yandan zalime alkış tutmak, öte yandan büyüyen bir kaygıyla hayatını sürdürmek düşüyor. Seneye de aynısı olacak.

Umutsuz muyum? Hayır, diyemeyeceğim. Ama daha önce de yazmıştım; bizlere dayatılan hayatı reddetmemiz için umutlu olmamız şart değil. Kendimizi, dönmekte olan çarka ufak bir çomak sokmanın keyfinden mahrum edecek değiliz. En azından şimdilik yapabileceğimiz buysa, yapalım.

Neyse... Yılın son günü siyaseten birşeyler yazmak istemiyorum. (Ama alışkanlık işte, laf bir şekilde oraya doğru akıp gidiyor.) Müsadenizle, birkaç yıl önce BirGün’ün Pazar ilavesinde yayınlanan “Yılbaşı sıkıntısı” başlıklı yazıyla durumu idare edeyim. Her yılbaşı aynı sıkıntı kendini tekrar ediyorsa, ben de aynı yazıyı tekrar edebilirim diye düşünüyorum.

* * *

Dünyanın güneşin etrafındaki sonsuz dönüşünde bir turu tamamlayıp yenisine başladığı gece, eğlenmek adettendir. Yılbaşına dair sıkıntının nedeni de budur. Sıkıntı derken, elbette, aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu bir kısım insan için geçerli. Eğlenmenin, adet yerini bulsun diye yapılması, başta yılbaşı olmak üzere belli günlerde bir mecburiyet olarak görülmesi, esasen bir miktar spontan olması beklenen bu eylemin ‘ruhuna’ aykırıdır.

Sıkıntı, aralık ayıyla birlikte başlar. Malum gün yaklaştıkça, “bu yılbaşı ne yapıyorsun” sorularına birilerine hediye alma zarureti de eklenince sıkıntı katlanarak büyür. Bu badireyi nasıl atlatacağınızı düşünür durursunuz. Ama kaçış yoktur.

* * *

Türkiye’de sınıfsal uçurumlar büyüdükçe yılbaşında eğlenme şekilleri de birbirinden farklılaşmaya başladı. Sanırım eskiden biraz daha benzer biçimleri vardı bu eğlencelerin... Ama bundan söz etmek istemiyorum. Çünkü giderek “eski ramazanlar”, “eski bayramlar” falan gibi son derece bunaltıcı bir mevzuya doğru sürüklenip gidebilir bu pazar yazısı... Hindi, kuruyemiş, içinde muz da olan (o zamanlar pahalıydı) meyve tabakları, tombala ve at yarışı... Sanki bütün bu ritüel çok matahmış gibi insanların hâlâ böyle şeyleri anlatıp durmalarından oldum olası hazzetmem.

Evet, eğlenme şekillerinin farklılaştığından söz ediyorduk. Son yıllarda ‘sokaklara taşan’ yılbaşı kutlamalarında mekanları da ayrıştırma çabası gündeme geldi. Şu meşhur Taksim-Nişantaşı bölünmesinden bahsettiğimi anlamışsınızdır.

Sokak kutlamalarının ilk mekanı Taksim’di. Bir ecnebi adeti olarak hızla benimsendi yılbaşında Taksim’de olmak... Malum, Amerikalılar Times, İngilizler Trafalgar meydanında, Fransızlar Şanzelize’de dağıtıyorlardı, eski yılın son, yeni yılın ilk saatlerinde... Eh, bizim de onlardan bir eksiğimiz olmadığına göre, İstanbul’un elinde kalmış son meydan bu iş için biçilmiş kaftandı.

İlk yıl (hangisiydi şimdi hatırlamıyorum) her şey yolunda gibiydi. Gençler, yılbaşı çılgınlığını  dozunda denilebilecek sınırlar içinde yaşamışlardı. Sonraki yıllarda iş çığırından çıktı. Özellikle İstanbul’un uzak mahallelerinde yaşayan genç, öfkeli ve kalabalık erkek grupları, artık televizyon kanallarının canlı yayın yaptıkları meydana akın akın dolunca, ‘vatandaş’ın ağzının tadı kaçtı. Ağır alkollü ‘kara kalabalık’, kâh bayrak direklerine tırmanıp kendi hayatını riske attı, kâh ‘havaya basma’ tutkusunu binlerce insanın arasında açığa vurunca başkalarının hayatını... Ellerin, kolların rahat durmadığını ise herhalde söylemeye gerek yok.

Nişantaşı’nın alternetif kutlama mekanına dönüşmesi bu sırada oldu. Lakin, oradaki son kutlamada da Taksim’dekine benzer bir ‘sızma’nın yavaş yavaş boy verdiği söyleniyor.

* * *

Eski zamanlarda kalmış gazino benzeri eğlence mekanlarının kendine özgü kültürünü, sanırım artık büyük şehirlerdeki, güney sahillerindeki, Kıbrıs’taki beş yıldızlı oteller devraldı. Konser başına deve yüküyle para alan meşhur şarkıcıları onların gazete ilanlarında görüyoruz, yılbaşı tatil paketinin bir parçası olarak... Nitekim yılbaşını takip eden günlerde ekranlara gelen magazin programlarının başlıca teması hangi otelde hangi şarkıcı vardı, izlemeye kimler geldi, yeni yıla nasıl girdiler falan oluyor. Ve birbirine benzer görüntüler... Kafalarında huniye benzeyen o parlak şapka, ağızlarında üflenince açılan kağıt zımbırtı, terli ve sarhoş erkekler, boya sarışını kadınlar, saat tam 12’yi gösterirken hep bir ağızdan geri sayım, ardından öpüşmeler, sarılmalar... Hasılı, o tür yerlerde bulunmanın bir eğlenme biçimi olduğunu düşünenler mutlaka vardır –ki bunun için dünyanın parasını ödediklerine kuşku yok; ama dışardan bakıldığında tam bir dekadans hali.

* * *

Bütün bunlara rağmen, evde itina ile hazırlanmış yemek masasında ailecek yeni yıla girme geleneğinin de sürüp gittiğini söylemeliyiz. Böyle geniş ve köklü bir kaç aile biliyorum, yılbaşı gecesini teyzelerin, halaların, torunların, gelinlerin, damatların vb biraraya gelme vesilesi olarak gören... Hani arkadaşlarının yanında olmak yerine mecburen orada bulunmaktan dolayı sıkıntı çekip arıza çıkaran ergen çocuklar bir kenara bırakılacak olursa, herkesin aynı masanın etrafında toplanmaktan mutluluk duyduğu yılbaşı kutlamaları... Yani insanın yaşı ilerledikçe daha makul bulduğu adetler...

(...) Yılbaşından söz edince şu piyango meselesinden de bahsetmeliyim. Bazı gişelerden alınan biletlere ikramiye çıkma ihtimalinin daha çok olduğuna inanılan –düşünsenize başka şehirlerden İstanbul’a bilet sirapişi bile veriliyor- büyük çekiliş öncesi bir kaç bilet aldığımı söylemeliyim. Çıkmayacağını bile bile... Sakın bana “ya çıkarsa” falan demeyin, size şu gerçeği itiraf etmek zorunda kalırım: O kadar şanssızımdır ki, değil bana, tanıdığım herhangi birine bile ikramiye çıkma ihtimali yok. Yani tanıdığım insanlar şimdiden büyük ikramiye rüyasından uyanabilirler. Bu nedenle onlardan özür dilerim, ama elimden birşey gelmiyor. Yoksa, ben istemez miyim...

Farkındayım, bu pazar yazısı giderek umutsuz ve asosyal bir gevezeliğe dönüşüyor. Bu gazetenin okurları arasında da o gece eğlenme planları yapanlar vardır mutlaka... Kimsenin keyfini kaçırmadan bitiriyorum.

Geride bırakılan yılın kişisel muhasebesi, bu bağlamda yeni yıla dair asla gerçekleştirilemeyen planlar (böyle bir yazıyı bir-iki sene önce ben de yazmıştım; ne diyeceğimi bilemiyorum), yılın ilk günlerinde yapılan hamlelerin (sigara bırakmak, zayıflamak vb) daha ocak ayı bitmeden berhava olması, cep telefonuna gönderilen ve son zamanlarda hızla yaygınlaşan saçma sapan yeni yıl mesajları gibi konuları artık gelecek yılbaşına bırakalım.

Hepinize iyi yıllar.