Sol’un ‘panzehiri’ İslamcılar

BEHLÜL ÖZKAN-ozkanbehlul@gmail.com

Türkiye siyasetinde 28 Şubat sonrası sıkça duyulan yorum,siyasal İslam’ın mağdur ve mazlum olduğudur. Buna göre İslamcı siyasetçilere sürekli zulüm eden askeri vesayet altındaki devlet,onları iktidarın uzağında tutmuştur. Siyasal İslam’ın 90 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli mağdur oldukları tezi,en azından 1950 sonrası siyasi tarihin gerçekleriyle bağdaşmaz. Çok partili hayata geçilmesiyle siyasal İslam önce Demokrat Parti,ardından Adalet Partisi ile beraber kol kola yürüdü. Diğer yandan da devlet içindeki askeri/bürokratik yapıyla anti-komünizm ve sol karşıtlığı üzerinden ittifak kurdu. İslamcılığın düşünsel anlamda önderlerinden Necip Fazıl,Menderes’ten maddi yardım görürken,karşılığında işi “Menderes düşmanları ‘İslamiyetin ve nihayet Allah’ın düşmanlarıdır” diyecek noktaya kadar götürdü. Tayyip Erdoğan’ın ‘Ey Sevgili’ isimli şiirini seçim propagandasında kullandığı,İslamcılığın bir diğer duayen ismi Sezai Karakoç da ‘Gerçek sağ,Kur’an’da tanımlanmıştır. Kur’anda sağcılar Allah topluluğu,solcular da şeytan topluluğu olarak’ vasıflandırılmıştır” diye yazmaktan çekinmez. Benzer şekilde CHP’nin Ortanın Solu çıkışına karşı 1965 seçimlerinde sağın şemsiye partisi AP,“Ortanın sağındayız,Allah’ın yolundayız” karşılığını verebilmiştir.

SİYASAL İSLAM'IN DANSI
1960’ların sonuna doğru AP’den ayrılarak Erbakan liderliğinde partileşen İslamcılar,1973-80 arası önce CHP,sonra da AP ve MHP ile koalisyon hükümetlerinde yer alarak iktidar nimetlerinden faydalandı. Erbakan’ın Başbakan Yardımcısı olduğu hükümetlerde;içişleri,sanayi ve adalet bakanlıkları gibi kilit mevkiler İslamcılara geçerken,devlet kurumlarının alt kademelerinde de kadrolaşma imkânını da değerlendirdiler. Dolayısıyla AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2002’den yaklaşık 30 yıl önce İslamcılara,koalisyonlarda iktidar olmanın önü açılmıştı. İslamcıların iktidara ortak olması noktasında Türkiye;Ortadoğu’da Suriye,Mısır,Tunus gibi ülkelerden ayrılır. Ortadoğu ülkelerinde Soğuk Savaş’ın bitimine kadar İslamcıların bırakın iktidarda yer almalarına,seçimlere girmelerine bile izin verilmedi. Suriye’de 1982 Hama Katliamı sonrasında İhvan ortadan kaldırılırken,Tunus ve Mısır’da İhvan liderleri ya yurtdışına kaçtılar ya da yaşamları darağacında sonlandı.

Batı karşıtı kampta yer alan bu ülkeler İslamcıları rejimlerine tehdit olarak görürken,NATO üyesi Türkiye’de İslamcılar solun panzehiri olarak devlet tarafından kollandılar. 1950’den sonra Türk-İslam sentezini devletin ideolojik omurgası olarak kabul eden askeri-bürokratik elitler,İslamcılarla iktidarı beraber paylaşmakta sorun görmediler. Ancak bu iktidar paylaşımının demokratik ilkeler üzerinden değil,tamamen güç mücadelesi üzerinde kaygan ve kaypak bir zeminde gerçekleştiğinin altını çizmek gerekir. Dolayısıyla İslamcılar iktidar mücadelesinde demokrasinin değil,pragmatizmin ve oyunu kurallarına göre oynamanın öneminin farkındaydı. Siyasal İslam için iktidar mücadelesinde askeri müdahalelere ve parti kapatmalara karşı hayatta kalabilmek ve bir şekilde iktidara bir yerinden tutunabilmek hep ön planda oldu. AKP’ye Milli Görüş’ten kalan en büyük miras;güçlünün zayıfı ezdiği iktidar mücadelesini meşru gören bu çok sorunlu siyasal zihniyetti. Siyasal İslam Soğuk Savaş’ta kendisine iktidar imkânı sunan devletin elinden zaman zaman tokat yedi. Ama iktidar için gerekirse tokat yediği eli öpmekte sorun görmedi. Bu Makyevelist duruş,yarım asır sonunda İslamcılara herkesi tokatlayabileceklerini sandıkları bir iktidar verdi.

1973 petrol krizi Türkiye’de ekonomik ve siyasal dengeleri değiştirdi. 1973’te petrolün Türkiye’nin toplam ihracatındaki payı yüzde 10 iken bu oran 1980’de yüzde 50’ye çıktı. Üstelik 1974’te Kıbrıs’a müdahale sonrasında gelen ambargo kararları Ankara’nın belini daha da büktü. Suudi Arabistan ve İslam ülkeleri ekonomik krizden çıkış yolu olarak görüldü. Suudi Arabistan’ın 1973’te 4,3 milyar dolar olan petrol gelirlerinin 5 yıl içinde 8 kat artarak 34,3 milyar dolara çıktığı düşünülürse,Ankara’da tüm gözlerin neden Riyad’a çevrildiği daha iyi anlaşılır. Suud’ların artan petrol gelirlerinden pay alabilmek için MSP’nin de içinde bulunduğu Milliyetçi Cephe hükümetleri Riyad’la yakınlaşmanın yollarını aradı. Bu bağlamda Rabıta’nın 1976’da Pakistan’da düzenlediği kongreye,Türkiye’den MSP’li bakan Hasan Aksay katıldı. Burada çarpıcı olan,kongrede alınan ‘İslam nizamına dönüş’ kararı çerçevesinde,din derslerinin ilkokuldan itibaren zorunlu olmasının Türkiye’de zaman içinde uygulamaya konmasıdır.

12 Eylül 1980 Darbesi siyasal İslam’ın Türkiye ekonomisi ve siyasetinde ağırlığının artması açısından bir dönüm noktasıdır.

DARBEYLE GELEN SENTEZ
Generaller darbeyi toplumun geniş kesimleri nezdinde meşrulaştırmak için 1950’lerden itibaren benimsenen Türk-İslam sentezini resmi ideoloji haline getirdiler. Öyle ki generaller,Cumhuriyeti kuran Lozan Antlaşması’nı imzalayan İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’nün Sosyal Demokrasi Partisi’nin 1983 seçimlerine girmesini veto ederken,1977 seçimlerinde MSP’den İzmir milletvekili adayı olmuş,kardeşi Korkut Özal MSP’den İçişleri ve Tarım Bakanlığı yapmış Turgut Özal’ın ANAP’ına yeşil ışık yakmakta sorun görmüyorlardı. Özal 13 Aralık 1983’te iktidar olur olmaz 3 gün içinde jet hızıyla bir kararname geçirerek Suudi ve Körfez sermayesinin ülkeye girişini serbest bıraktı. 1960’ların başında Rabıta’nın kuruluşuna öncülük eden Salih Özcan,20 yıl sonra Faisal Finans’ı da kuran isim oluyordu. Dahası Özal döneminde Suudi ve Körfez sermayesiyle kurulan Faysal Finans,Albaraka Türk gibi şirket ve vakıflarla yakın ilişkiler içine girenlerle,bugün AKP dönemine damgasını vuran isimlerin aynı kişiler olması çarpıcıdır:BİM Marketlerinin sahibi Mustafa Latif Topbaş,3. Havalimanı projesini alan Kalyon İnşaat’ın kurucularından Hasan Kalyoncu,Alo Fatih olarak bilinen Fatih Saraç’ın babası Emin Saraç,Melih Gökçek’in yakın akrabası Cengiz Gökçek,Ülker Grubu’nun kurucusu Sabri Ülker... Hepsi 1980’lerin başında Suud ve Körfez sermayesiyle yakın ilişkiler kurdular.