“Kent, insanın dünyayı kendi gönlüne uygun bir şekilde yeniden inşa etmesinin en kararlı ve sonuçta en başarılı

“Kent, insanın dünyayı kendi gönlüne uygun bir şekilde yeniden inşa etmesinin en kararlı ve sonuçta en başarılı girişimidir” diyor kent sosyoloğu Robert Park. Park soyadlı birisi için tuhaf bir akademik şansızlık. Harvey ise kenti “yaratıcı yıkıcılığın tarihsel mekânı” olarak tarif etmiş*.
Görülen o ki kimse kentleri şiddetten ve tehlikeden uzak cennetler olarak düşünmüyor. Ama ilginçtir en iyimser tahminler bile 2030 yılında dünya nüfusunun yüzde 60’ının kentlerde yaşayacağını gösteriyor.
Kentler mevcut durumu ile sosyologların ilgi alanı elbette. Sonra sanat, eğitim, sağlık hizmetleri, felsefi gelişim, yaşam kalitesi gibi faktörler düşünüldüğünde bir şekilde insanlığa katkıda bulunduğu da söylenebilir. Ama bunun gibi birkaç neden dışında insan türü kentlerde yaşamak ile gerçekten iyi bir biyolojik yatırım yapmakta mı?
Kentler enerji bağımlılığı olan alanlar. Kalabalık etkisi kısırlığa ve hastalıklara neden oluyor, kentlerde yaşayan insanların açık alanlarda yaşayanlara göre çok daha ağır kirlilik ve stres etkisi altında olduğu biliniyor. Bu yurtdışındaki kentler için geçerli. Bizde durum bir parça farklı.
1960 sonrası politikaların Türkiye’de yarattığı kasaba-kent modelleri tam anlamı bir sefalet abidesi. Her açıdan kokuşmuşluk, Türkiye kasaba-kentlerinin ortak özelliği. Mimari açıdan bakıldığında birkaç eski eser dışında kepazelik kasaba–kentlerimizi baştan aşağı sarmış durumda. Mevcut durum için yalnızca içi geçmiş, rant heveslisi sefil başkanları suçlayarak rahatlamak mümkün ama mimar odalarının, şehir bölgecilerin, akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşlarının hiç mi suçu yok?
Bir dostum söylemişti. Türkiye’de yüksek mimar olmayan tek mimar Mimar Sinan’mış. Hepsi birbirinden yüksek mimarlarımız kendilerine bile bakınca insanın içini açabilecek bir ev, çocukları oynasın diye bir park, bir bisiklet yolu olan tek bir site yapamamışlar. Mimari de üçlü bir yaklaşım meşhur. Ergonomi, ekonomi ve estetik. Bu üçünün sırası hazırlanan bir proje için değişebiliyor. Estetik Türkiye’de binaların sahip olduğu ilk özelliklerden birisi değil. Ben mimarların tam olarak ne iş yaptığını hiç anlamam. Gerçek söylüyorum. Binaları müteahhitler ve kalfalar canlarının istediği gibi yapıyor madem, mimara ne hacet var? Yahu insan üzülmez mi. Hiçbir sanat eseri yapmak istemez mi? Tek bir bina. Ölmeden önce tek bir eser…
Kentler yarattıkları ağırlık etkisi ile yeraltı sularının yataklarını değiştiriyor, kentler yarattıkları kirlilik ile doğayı geri dönülmesi mümkün olmayan bir noktaya sürüklüyor. Aynı kentler sırf varlıkları ile geleceğimizi tehdit ediyor. Kentler sırf çirkin oldukları için bile yeterince zarar veriyor.
Köy enstitülerinin kapatılması çok tartışılmıştır. Kapatılma gerekçelerinin siyasi nedenleri bir yana acaba kapatılmasalardı ayakta durabilecekler miydi? Köyde insan kalmamış ki? Bazı yaklaşımlara göre, köy enstitüleri o dönemde başlayan ve halen süren göçler nedeni ile kapatılmasalardı bile kendiliklerinden, öğrenci yokluğu sebebi ile yok olacaklardı. Bilemiyorum. Artık bunu tahmin etme yolumuz yok.
Kentlerin kendi iç dinamikleri enerji yokluğunda çöküntüye uğramaya aday görünüyor. Pek çok Holywood filminde bu tema işlenir. Elektrik kesintisi, su kesintisi, bilgisayar virüsleri hayatı felç eder. İnsanlar yarı ölüler gibi ortalıkta gezinir falan. Biz bu noktada endişe duymamalıyız. Açıkçası Gökçeklere, Erdoğanlara, Dalanlara, Duraklara sonsuz teşekkür etmeliyiz. Bu ülkede son elli yılda yarattıkları kasaba-kentler öyle niteliksiz, öyle sefil ve çirkin ki yüz yıl elektrik kesilse, kırk yıl su olmasa, on yıl çöp toplanmasa, ulan bin yıl tek bir tiyatro temsili yapılmasa hiçbir halt olmaz. Biz yaşar gideriz. Görmemişiz ki arayalım. Bilmiyoruz ki yokluğuna şaşıralım.
*Prof. Dr. Fatmagül Berktay. İstanbul: Kent, Özgürlük ve Kadın.