1915’te ne oldu? Sorusuyla ilgili sürüp giden tartışmalar, Vahdettin hain mi değil mi? üzerine öne sürülen görüşler, Sevr ve Lozan konuları üstüne söylenenler resmi tarihin...

1915’te ne oldu? Sorusuyla ilgili sürüp giden tartışmalar, Vahdettin hain mi değil mi? üzerine öne sürülen görüşler, Sevr ve Lozan konuları üstüne söylenenler resmi tarihin yıllardır belleklere kazınmış olan hurafelerinde derin yarıklar açılıyor. Belki de ilk kez Türkiye kendi tarihiyle yüzleşme sorunuyla karşı karşıya. Bir imparatorluğun küllerinden doğan ve henüz "dalya" dememiş Cumhuriyet’in "ideolojik dayanakları" bu tartışmalarla sorgulanıyor.

Aslında pratik sorgulama çok daha öncelerden başlamıştı. Laiklilik anlayışına karşı bir meydan okuma olarak ortaya çıkan İslamcılık, tek ulusluluk anlayışına karşı kendini konumlandıran Kürt milliyetçiliği, "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz" şiarına karşı gelişen toplumsal hareketler aslında "Cumhuriyet ideolojisinin" toplum tasavvuruna karşı çıkan olgulardı. Yukarıdan bir modernleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak topluma dikte edilen kurallar 1950’lerden beri eksik gedik bir "çok partili" hayat yaşayan, askeri darbelerle ya da ordunun siyaset üzerindeki ağırlığını hissettirmesiyle kesintilere uğrasa da bu pratiğini sürdüren toplumda sürekli bir gerilim kaynağı olmaya devam etti.

Demirel’in değimiyle 100 yıl daha "referans" olması gereken "resmi ideoloji" bu gerilimlere çözüm üretmeden gerçekten de bu kadar uzun ömürlü olabilir mi? Toplumu unutturulmuş bir tarih üzerine yürütülen tartışmaları bastırarak; milliyetçi duyguları sürekli diri tutarak; dış düşman tehditlerini bir yönetim tarzının onaylanması için payanda olarak kullanarak ne denli yol alınabilir? Evet, Türkiye gerçekten de bugün giderek karmaşıklaşan dünya politikası açısından son derece kritik bir coğrafyada yer alıyor. Neredeyse dünyanın bütün "çatışmalı bölgelerinin" ortasında. Balkanlar tarih açısından daha dün diye niteleyebileceğimiz bir dönemde önemli kargaşalar yaşadı; Kafkaslar etnik çatışmaların, darbelerin, ayaklanmaların girdabında; Orta Doğu ise Irak savaşıyla, Filistin sorunuyla tam bir "ateş hattı" görünümünde.

Bütün bunlara ek olarak küresel din çatışmalarının savaş ve terör biçimlerinde ortaya çıkması da; bütün laiklik pratiklerine rağmen Batı’ nın gözünde "Müslüman kimliği" tartışmasız olan Türkiye’nin handikapları arasında. Bir yandan kendi içinde "radikal İslam"a yönelik sempatinin varlığı; diğer yandan da "ılımlı İslam" modelini kendini Batı’ya kabul ettirmek için tek "malzeme" olarak sunan egemen siyasetin yönelimleri "uluslar arası gerilimleri" iç sorunlar haline getiriyor. El Kaide üyesi olduğu söylenen Türk uyruklu "canlı bombaların" İngiltere Konsolosluğu’na, HSBC Bankasına karşı gerçekleştirdikleri eylemler bu durumun en açık göstergesidir. Uluslararası uzantıları olan Kürt sorunu, siyasal İslamcılık sorunu çözülmeden; bu sorunların çözümü için bir fikri temel oluşturmadan, kuruluş "ideolojisine" ömür biçmek gerçekçi değildir. Sorunu salt bir "güvenlik" olayı olarak görmek de o meşhur değimle "elinde çözüm için tek araç çekiç olanlar bütün sorunları çivi gibi görürler" mantığını doğru kabul etmektir.

Son günlerde gerek uluslar arası gerekse ulusal planda tırmanan gerginlik içinde ilk refleks varolan çerçevenin tahkim edilmesi olabilir. Nitekim Ordu’nun son açıklamalarında bunun ipuçları ortaya çıkmaktadır. Ancak bu tür "sertleşme"lerin bir sonuç vermediği arkasında büyük tahribatlar bırakarak yeni gerilimlere gebelik ettiği az biraz tarih bilgisiyle görülebilir. Türkiye bu karmaşık tablonun içinde bir çıkış yolu bulmak zorundadır ve bunun yolu da 100 yıllık referanslarda değil, bugünün ve geleceğin problemlerini çözme kapasitesindedir.