Dün Dünya Günü’ydü. Bolivya’da düzenlenen ‘İklim Değişikliği ve Yeryüzü Ana Hakları Konferansı’nda konuşan Evo

Dün Dünya Günü’ydü. Bolivya’da düzenlenen ‘İklim Değişikliği ve Yeryüzü Ana Hakları Konferansı’nda konuşan Evo Morales, yaşadığımız gezegenin öyle çok da uzakta olmayan kaderine işaret etti: “Ya kapitalizm ölecek ya da Yeryüzü Ana!”
Yeryüzü Ana’nın ecelle pençeleşme noktasına nasıl geldiğine bakalım...
•••
Dünyamızda yaşam 4 milyar yıl önce başladı. İnsan yaşamı ise 200 bin yıl önce. Bunun 180 bin yılı oradan oraya göç ederek hayatta kalmaya çalışmakla geçti. İnsanlık tarım devrimiyle birlikte yerleşik hayata geçti. Sonrasını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sanayi devrimine kadar olan süreçte insanlık, dünyanın bir çok yerinde, belki kendisine çok matah bir hayat kuramadı ama yaşamakta olduğu gezegen ve hayatı paylaştığı canlılar üzerinde de tahrip edici bir egemenlik inşa etmemişti. Ne olduysa ondan sonra oldu. Keşifler, icatlar derken, bir yandan hayatı “kolaylaştıran” ve “ilerleten” adımları atarken diğer yandan bütün dünyanın çehresini değiştirdi ve sadece kendisinin değil, içinde yaşamakta olduğu yeryüzünü tüm hayat türleriyle birlikte uçuruma sürükleyen bir sürecin de önünü açtı.
Adına kapitalizm dediğimiz sistem, bütün varoluşunu sadece sermayenin ihtiyaçları üzerinden bir dünya tasavvuruna dayandırdığı için, bunun dışında kalan her şey sadece basit bir “girdi”ye, yani ihmal edilebilir “teferrut”a dönüştü. Artık her şey daha fazla üretim içindi. Her şey daha fazla kâr için... Dünya, tek bir yaşamın süresi içinde akıl almaz bir değişime uğradı. Tek başına şu rakam bile ürkütücü: 60 yıl içinde dünya nüfusu 3 katına çıktı.
•••
Evet, artık 1 litre petrolle 100 kişinin 24 saatte harcadığı enerji üretiliyor ama bu imkân insanın özgürleşmesine hizmet etmek şöyle dursun, yoksulluğun ve yoksunluğun katlanarak arttığı bir hayata mahkûmiyetten başka bir işe yaramıyor. 3 milyon ABD’li çiftçi, sahip olduğu teknolojik imkanlarla 2 milyar insanı besleyecek kadar tahıl üretiyor ama bunun yarıdan fazlası –gelişmiş ülkelerin et ihtiyacını karşılamak için– hayvan yemine ya da biyo-yakıta dönüştürülüyor. Dev kamyonlar dünyanın dört bir yanında, hayatlarında ayaklarını bir kez otlağa basmamış “sanayi tipi hayvanlara” bu yemleri taşıyor. Böylece 1 kilo patates üretmek için 100 litre, 1 kilo pirinç üretmek için 4 bin litre su gerekirken 1 kilo sığır eti için 13 bin litre su tüketilmiş oluyor. Öte yandan 500 milyon insan (Avrupa nüfusundan daha fazla), “fosil su” denilen, 25 bin yıl önce yağan yağmurların biriktiği kuyulardan çıkardıkları sularla hayatta kalmaya çalışıyor.
Doğa, sonsuz bir kaynak değil. Hele ki, kapitalizmin açgözlülüğüne dayanabileceğini aklımızdan geçirmeyelim. 1950’den bu yana avlanan balık sayısı 5 kat arttı; 18 milyondan 100 milyon tona çıktı. Binlerce “fabrika gemi”, okyanusları acımasızca boşaltıyor. Avlanma bölgelerinin 4’te 3’ü ya yok oldu, ya tüketildi, ya da tükenmek üzere.
Atmosferdeki karbon miktarından daha fazlasını bünyesinde hapseden ormanlar, hem iklim dengesinin vazgeçilmezi hem de yeryüzündeki biyolojik çeşitliliğin 4’te 3’ünün ev sahibiyken, şimdi önüne geçilemez bir katliamın nesnesi oldular. Dünyanın en büyük yağmur ormanı olan Amazon’un yüzde 20’si son 40 yıl içinde yok edildi. Kesilen ağaçların yerine hayvan çiftlikleri kuruldu, soya fasulyesi tarlaları açıldı. Üretilen soya fasulyelerinin yüzde 95’i Avrupa ve Asya’daki çiftlik ve kümeslerde kullanılıyor.
•••
Peki kapitalizmin doğaya yönelik kıyımı, insanlığa ne getirdi?
Mutluluk ve refah mı?
Dünya zenginliklerinin yarısı tüm nüfusun yüzde 2’sinin elinde. Kaynakların yüzde 80’ini dünya nüfusunun yüzde 80’i tüketiyor. Bugün, her 6 kişiden 1’i su, sağlık hizmeti, elektrik gibi imkânlardan yoksun. Her gün 5 bin insan, kirli içme suyu nedeniyle ölüyor. 1 milyar kişi açlık sorunuyla yüzyüze.
İşte geldiğimiz yer burası.
•••
Bu arada... İnsanlığın en radikal dönüşümleri yaşadığı son 250 yıla kapitalizm yön verdiği için, bugün gelinen noktanın faturasını da ona çıkartmakta elbette bir beis yok ama... Sosyalizm tecrübesinin sicilinin de parlak olmadığı hepimizin malumu. Üstelik “o rejimler sosyalist değil devlet kapitalizmiydi” demekle işin içinden çıkmak fazlasıyla kolaycılık olur. Sosyalist düşüncenin aslî kaynaklarının yaslandığı “insanın doğa üzerindeki egemenliği” paradigmasından “doğayla uyumlu bir hayat tahayyülüne” evrilmesi kaçınılmaz bir gereklilik. Yoksa “çiçekler ve böcekler” için değişen bir şey olmayacak. Yani insanlar için.