"Nesiller değişiyor ama insanın çaresiz çırpınışı değişmiyor. Ağızdan çıkan her söz, kalemden dökülen her sözcük sanki güneşin altında...

"Nesiller değişiyor ama insanın çaresiz çırpınışı değişmiyor. Ağızdan çıkan her söz, kalemden dökülen her sözcük sanki güneşin altında ilk kez söylenmiş gibi bir böbürlenme vesilesi. Oysa yok öyle bir şey. Hepsini topla, sıfıra sıfır! Üstelik kimseye 'çok sıkıcısın ve siktir git' diyemiyor-sun. Ahmakça bir kibarlığa teslim olup yaşıyoruz işte" dedi.

Uzun zaman geçmişti son görüşmemizin üzerinden. Cezaevinde bir dönem aynı koğuşta yatmıştık. Sessiz ve çok okuyan biriydi. Hep sessiz. Eğitimde, sayımda sesini yeterince çıkarmadığı için her defasında dayak yiyen inatçı keçilerden! Dayağı da sessizce yerdi. Sonra dönerdi yatağına, kitabını kaldığı yerden okumaya devam ederdi. Enteresan, Tolstoy'u Dostoyevs-ki'den daha çok severdi. Oysa bizde aksi daha yaygındır.

Cezaevinin ardından (o benden iki yıl sonra çıktı), bir dönem nispeten sık görüştük. Sonra başka bir şehirde iş buldu, bir şantiyede... İstanbul'dan uzaklaştı. İster istemez seyreldi görüşmelerimiz. "Yanlış anlaşılmasın ben de öyle yaşıyorum" dedi. "Normalde okuduğumuz on yazardan altısına sadece küfür etmemiz lazım." "Sen zaten ediyorsundur" dedim. "Evet, ama bir yararı yok. Asıl sen etmelisin." "Bazen ediyorum." "Öyle değil. Yani yazıyla ve gazetedeki köşende. Nedenlerini de sıralayarak." Eh, dediği şey kolay değildi. Zaten izin vermezlerdi. Gülüp geçiştirmeye çalıştım. Hafif sinirlendi.

"Gülme! Gülünecek bir şey değil bu. Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar ve biz onlara ne kadar aşağılık olduklarını söyleyemiyoruz." "Böyle şeyler insanın başını derde sokar. Benim o kadar cesaretim yok." "Evet, başın derde girebilir. Hatta birlik olup ağzının payını da verebilirler. Çoğu şöhretli. Ama mesele sadece cesaret falan değil. Daha kötü bir şey. En rezil insanlık hali: Bayağılık karşısında en iyi ihtimalle tevekkül, genellikle de meraklı bir ilgi."

Televizyonlarda, gazetelerde son zamanlarda çok tartışılan bir hadise nedeniyle sıkça boy gösteren birinden bahsetti (tabii ki adını veremem). "Adamın müptezel bir kurnazlığa sahip olmak dışında bir vasfı yok. Muhtelif muktedirlerin kapısına yamanıp kendine bir dünyalık yapmış. Paraya ve iktidarın gücüne yaslanıp aklına geleni söyleyebileceğinden kuşku duymuyor. Söylüyor da. Söylediklerinin toplamı, zekâ yaşının 13 civarında, dünyaya dair bilgisinin Ali topu at seviyesinde olduğunu gösteriyor. Ne bir eksik ne bir fazla. Sık sık karşımıza çıkıyor. Konuşuyor. Bize bunları dinletiyorlar. Dinliyoruz." Küfür etti.

25 yıl önce 30'a yakın olduğuna göre, artık 50'li yaşlarındaydı. Yaşlandıkça daha fazla öfke biriktirdiği belliydi. İnsanın öfkesinden birşey kaybetmemesi iyi bir şey, diye düşündüm, daha diri kalıyor. Yüzünde içkinin verdiği doğal tahribat bir yana, sağlam görünüyordu. Az önce "on yazardan altısı" demişti. Diğer dördünü merak edip sordum. Güldü. "Kalan dördünden ikisine ilgi duymadan geçiştiriyorum. Son ikisi keçileri kaçırmadan hayatta kalmamın vesilesi."

Sonra durdu, kendi söylediklerini düşündü. "Aslında ondan da o kadar emin değilim. Yani şu keçileri kaçırma meselesi... Belki karşı tarafa geçtim ama, kimse bunu söylemiyor. Belki de topluca geçtik. Birbirimize söyleyemiyoruz. Bilirsin, şu en baştan çıkarıcı kadınlar. Oysa onların da bağırsaklarında o malum dışkı vardır ve biz bunu aklımıza getirmeyiz. Bunu konuşmayız."

Sözünü ettiği şey iğrençti. Yemek yiyiyorduk ve yan masalarda 'onlardan' birkaç tane vardı. Moral bozucu bir durum. "Dostum, saçmalama allaşkına" dedim, "şart mı böyle şeyler düşünmemiz ya da konuşmamız?"

"Tabii şart değil. Zaten düşündüğümüz ve konuştuğumuz yok. Sadece sözünün edilmesi bile canını sıkmaya yetti." "Konuyu değiştirebilir miyiz?" Bir zaman sessizlik oldu. Sonra eski arkadaşlardan bahsettik. Kim nerede, ne yapıyor? Birkaç sisli hatıra. Yaşanmış komik olaylar. Kahkaha. Sonra yine sessizlik.

"Belki daha sıkı, hatta daha fırlama olabilirdik" dedi, "devrim umudunu bu kadar paralamasaydık." "Bu bütünüyle bizim seçimimiz değildi. Hayat da biraz sürükledi galiba."

"Galiba. Şimdi herşey eski moda bir ceket gibi... Geniş yakalı ve buruşuk. Birkaç siyah-beyaz fotoğraf var bende, ya kıyıda köşede kalmış ya da birileri saklamış... Üniversitede çekilmiş az sayıda fotoğraftan birkaçı... Bizim çocuklarla... Oradaki kıyafetler... Onlara bakıyorum bazen. Nedense en çok onlar hüzün veriyor. O ceketler, paltolar...

"Neyse" dedim, "biz insandan umudumuzu kesmeyelim." Dediğim anda da pişman oldum. Bütün bu konuşmaların üzerine gollük pas gibi oldu. Gözleri parladı. "Efendim?" "İnsandan diyorum, umudu... Kesmeyelim."

"Haa, anladım. Küçük tansiyonu sekizde, büyüğünü onikide tutmayı en ciddi varoluş meselesi haline getiren şu protein zincirinden söz ediyorsun. Yirmi üç çift kromozomdan. Ekmek küfünün kuzeni." Tam tahmin ettiğim gibi oldu. Dişlerinin arasından tıslıyordu.

"Yoksullukta, açlıkta, soğukta, sıcakta, hastalıkta, delilikte, her şart altında ve her zaman hayata ve en çok da birbirlerine dişlerini geçirmekte mahir, boğazlaşmanın ustası o muhteşem yırtıcı tür. Hayır hayır, umutsuzluk yok. Çocuklarınıza daha iyi bir dünya bırakma çabasından aman vazgeçmeyin. Yalnız kuşkuyu elden bırakmayın: Sizin bırakacağınız o dünyayı çocuklarınız ne kadar umursayacak acaba? Asıl büyük yenilgiden söz ediyorum. Geleceğin ofis savaşçılarının reddi miras ilanı!"

Sustu. Yine o sessizlik. Havayı dağıtmak umuduyla sordum. "Bahse girerim, ne yapmamız gerektiğine dair de bu kadar şairane fikirlerin vardır senin." "Tabii var," dedi gülerek, "hayatın posamızı çıkarmaktan sıkılacağı günü bekleyeceğiz."