Avrupa Birliği’nin ağır topları Ankara’da. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile Komisyon’un Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn...

Avrupa Birliği’nin ağır topları Ankara’da. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile Komisyon’un Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn, Türkiye’nin iç siyasetinde kritik günler yaşanan bir dönemde geldiler. Haliyle gündem yeniden Türkiye-AB ilişkilerine odaklandı.

AB’nin yüksek katlarından, AKP’yi kapatma davasına yönelik eleştiriler gelince “iç işlerimize karışmayın” sesleri de yükseldi. AB’nin kapatma davası karşısındaki tavrı, tahmin edileceği gibi ‘demokrasi’ vurguluydu. Son derece normal. Çok olağandışı koşullar oluşmadığı sürece Avrupa’da zırt pırt parti kapatma davası açılmıyor. Adamlar eleştirmekte haklı. Ama diğer yandan “iç işlerimize karışmayın” diyenler yine gayet aleni bir çifte standartla “demokrasi vurgusu yapıyorsun ama ya laiklik” diye soruyor. Yani AB yöneticileri, laiklik ile ilgili kaygılarını dile getirseler, bu, “iç işlerine karışmak” sayılmayacak.
Mesele, AB sürecinin herkes tarafından bir iç siyaset argümanı olarak kullanılması... Elbette bunun en başta gelen aktörü de AKP.

•••
“2002’den sonra AB sürecini ileri taşıyan AKP, son 3-4 yıldır ipe un serdi, büyük hataydı” diyor, liberaller... Zaten AKP’nin AB ile ilişkisinin kodları da bu ‘eleştiri’de saklı. Bu aynı zamanda AKP’nin demokrasi ile ilişkisinin de kerterizlerinden biri.
AKP, hükümet etme halini hakiki bir iktidar haline evriltmek için başta TSK olmak üzere, devlet bürokrasisinin siyaset üzerindeki vesayetini geriletmenin aracı olarak baktı AB sürecine... Attığı ya da atarmış gibi göründüğü ya da attıktan sonra geri dönüş yaptığı her adımın arkasında bu saik vardı.
Sonra ne oldu? Özellikle CHP-MHP hattının tırmandırdığı milliyetçilik karşısında rüzgârın tersine döndüğünü görünce, AB ile ilişkiler buzdolabına kaldırıldı. Çünkü artık ‘AB’cilik’ iç siyasette prim yapmıyor, aksine yıpratıcı bir sürece dönüşüyordu.
Böyle böyle geldik kapatma davasına...
Şimdi denize düşen AKP yeniden AB ipine sarılıyor. Birden demokrasiyi hatırladılar, AB standartlarını falan... Brüksel’in desteğine ihtiyaç doğdu ya, alelacele 301 operasyonuna giriştiler. Üstelik hâlâ maddeyi topyekün kaldırma cesaretinden yoksun, makyaj peşinde...
İşin en hazin tarafı da bütün bu ikiyüzlülük karşısında liberallerin saflığı... ‘Saflık’ diyorum ama artık ondan da pek emin değilim. Bu kadar kör gözüm parmağına bir ikiyüzlülük karşısında insan biraz kuşku duyar, değil mi?

•••
Öyle sanıyorum ki, mesele biraz da demokrasi algısında...
Dikkat ederseniz, devlet bürokrasisinin baskıcı-yasakçı uygulamaları karşısında AKP avukatlığı yapanların hiçbiri, çalışanlara yönelik hak gaspı (örneğin SSGSS) karşısında kalemlerini oynatmadılar. İş, emekçilerin kazanılmış haklarına gelince tıs yok. Bakın 7 Nisan tarihli gazetelere... Kaç tanesi Kadıköy mitingini birinci sayfadan görmüş? Kaç ‘demokrasi tutkunu’ liberal, konuyu köşesine taşımış? Ben söyleyeyim: Hiç uğraşmayın, boşa zaman kaybı olur.
Evet, demokrasi algısı diyorduk...

Bugün ‘burjuva demokrasisi’ olarak isimlendirilen Avrupa rejimlerinin (hani şu AB hedefimiz) gerisinde işçi sınıfının yıllarca süren mücadelesi de var. Hatta en çok o var. Bunu görmemek için sıfır tarih bilinciyle yaşıyor olmak lazım. Ya da cehaletin saf haliyle malul olmak...
Bu aralar sosyalistlere “demokrasinin karşı karşıya olduğu tehdit karşısında kaçak güreşiyorlar, gerekli tavrı almıyorlar” eleştirileri yöneltiliyor. Sosyalistlerin tarihi darbelere karşı mücadele tarihidir, darbeler altında ezilme, yokedilme tarihi... Kimse “darbeciye alınacak tavır” dersi vermesin.
Şunu hatırlatmadan edemeyeceğim: Demokrasi dersinden sınıfta kalmanın en emin yolu, ekmekle demokrasi arasındaki ilişkiyi anlamamaktır. Ya da görmezden gelmek.