28. Uluslararası İstanbul Film Festivali Altın Lale ödüllerinin dağıtılmasının ardından dün sona erdi. Bu yıl festival...

ADNAN TÖNEL
adnantonel@birgun.net

28. Uluslararası İstanbul Film Festivali Altın Lale ödüllerinin dağıtılmasının ardından dün sona erdi. Bu yıl festival yine renkli ve yenilikçiydi. Gösterim önceleri 15 dakikalık reklam kuşaklarını hiç unutmayacağım, söz. Yani aklımdan çıkmıyor “Fındık,fıstıkla…laylay..”.
Festivalin bu yıl kendi adıma ilginç olan kısmı ise ilk kez aynı gün içerisinde 6 film izlemeyi başarmış olmamdı. Cuma günü sabah 9 da başlayan ve arka arkaya 6 film izlediğim ‘Cuma altılısı’ diye adlandırabileceğim yoğun izleme deneyini hiç unutmayacağım. Aynı gün içerisinde arka arkaya 6 film izlemenin tıbbi olarak mümkün olabildiğini belirtmemde fayda var. Ancak aynı günün gecesinde bir 7. film olan Gece sinemasında ‘Pontypool’u da izleme gayretim inanın gerçekleşecek türden bir istek değildi.
‘Cuma altılısı’ sabahı hiç de iyi başlamadı aslında. İlk tercihim olan ‘Süt’ filmini izlemek üzere Yeni Rüya’ya geldiğimde Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği üyelerinden bazıları da oradaydı çünkü FIPRESCI ödülü adayı olan ‘Süt’ filmini izlemek için bulunuyorlardı. Ancak filmin o salonda olmadığı bilgisi üzerine, Beyoğlu sinemasına gittik yarışma jürisi üyeleriyle. Orada da filmin seans için takılı olmadığını öğrenince jüriyle birlikte tekrar Yeni Rüya’ya döndük. Bu mekik dokuma sonunda, salon görevlisi uzun boylu deri montlu sakallı arkadaş, filmin nerede gösterileceğini kimsenin bilmediğini söyledi bizlere. Vakfa telefonlar açıldı ve her ne olduysa film, Yeni Rüya’ya getirildi ve izlemeye başladık. Film, takıldığı andan son ana kadar ‘flu olarak’ izlense de, dünkü sonuçlara göre ödülü bu filme gönül rahatlığıyla veriyordu jüri üyeleri.
‘Süt’ adlı filmde, üniversite sınavını kazanamayan Yusuf’un bir kasabadaki edilgin hayatına yönetmence metaforik analizler yapılmasına tanıklık ettik. Baretin ışığının seyirciye tutulduğu sahnenin süresiyle eve gelen yılan çıkarıcı hocanın flu sekansının farklı olması iyi bir seçimdi. İkinci filmim olan, “Dilber’in Sekiz Günü” nde, Nesrin Cavadzade’nin oyunculuğunun tadı damağımızda kaldı desek yeridir. Filmi çok beğendim. Nesrin ile aynı filmde oynama isteğindeyim şu anda. ‘Süt’ ve “Dilber’in sekiz Günü”nde yönetmenlerce, sepetli motosiklet, kahve falı vb birkaç ortak metaforun kullanılması ilginç bir tesadüftü. (belki de arka arkaya film izleyince, benzerlikleri fark etme şansınız yükseliyor desek daha doğru olur) Bu arada “Mehmet’i köye Ali mi gönderdi?” demeden geçemeyeceğim. Yani böyle bir organize durum olmuş olamaz mı Ali tarafından?
Üçüncü filmim “Agnes’in Plajları” “rüzgârla her şey uçuşur, film bile...”(Adnan Tönel) dedirtecek türdendi.  Bu çarpıcı belgesel seksen yaşındaki Agnès Varda’yı yakından tanımamıza yaradı. Sık sık işlerinde kendisini kameranın önüne koymuş bu sıcak insan. Varda’nın fotoğrafları, eski çekimler, film sahneleri ve günümüzde çekilen sekanslardan örülü yaşamına ve hafızasına dair derin, çekici ve dokunaklı ifadelerden oluşuyordu film.
Dördüncü filmim; Almanya’nın en önemli sinemacılarından Doris Dörrie’nin, Kiraz Çiçekleri’ydi. Filmde yaşam, ölüm, sevgi, kaybetmek ve hayallerin peşinden gitmek üzerine kurulmuş ince, duygu yüklü ve derinden etkileyici bu hikâye bizi çok etkiledi. Karısının kiraz çiçeklerinin açtığı bahar festivalini görmek için Japonya’ya gitme arzusunu o öldükten sonra fark eden yaşlı adamın Fuji Dağı’na karşı uyanışı ve performansı etkileyiciydi.
Beşinci filmim, Katalan sinemacı Ventura Pons’un son eseri, ‘Yabancılar’dı. İki kez derinden sarsılan bir ailenin hikâyesini anlatıyordu. Ailenin ilk travması bir ölümle geliyor. İkinci darbeyse, kırk yıl sonra, yeni komşularının gelişiyle. Aile bireylerinin birbirleriyle olan sözde uyumunu, sosyal konumlarını, kırılgan bağlarını mahveden bu iki olay, üst kat komşuları olan Arap komşularının şarkılarıyla bir parça monotonluktan kurtuluyor. Filmden sonra yönetmenin de altını çizdiği gibi, iletişimsizliğin altını çizmek adına yapılabilecek daha sinematografik filmleri izlemeyi tercih edebileceğimi belirtmek isterim. Tiyatro gibi çok konuşan filmler görsellik olmayınca sıkıcı olabiliyor.
Günün son filminde hayal kırıklığına uğradım desem yeridir. ‘8.Harikalar Diyarı’. Filmin adı, konusu çok çekici  olmakla birlikte, kuru gürültü, boş kalabalık ve derinliksiz bir anlatım karşınıza Azrail gibi çıkıveriyor. Bir internet sitesi üzerinden buluşan insanların 8. Harikalar Diyarı’nı kurma arayışlarını izliyoruz film boyunca. Yönetmenin bir televizyon eleştirisi diye takdim ettiği filmin, anlatım biçimi olarak web sayfaları üzerinden kurgulanmış akışı ve karmaşık senaryosu, “belki filmi bir kez daha izlememiz gerekir” eleştirisini yapmamıza neden oluyordu.
Bu yıl da İstanbul’un film festivalinde, filmlerle yaşadık, sinemalar arasında koşturduk, reklam kuşakları ile güldük, Aksanat’ taki basın merkezinde sinema haberlerimizi yazdık. Teşekkürler İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve değerli emekçileri diyor seneye tekrar kucaklaşacağımız filmleri beklemeye koyuluyoruz.