SSCB deneyiminden herkes kendine göre bir pay çıkardı. Birçok yeni akım doğdu. Bunların en güçlü olanlarından...

SSCB deneyiminden herkes kendine göre bir pay çıkardı. Birçok yeni akım doğdu. Bunların en güçlü olanlarından biri de kendisini yöneten/yönetilen ayrımını sosyalizmin tanımında en önemli kriter yaparak ayırt ediyor. Bu, mesela ÖDP’ye “söz, yetki, karar, iktidar halka” sloganı ile yansıyor. Sosyalistler hiyerarşiden o kadar korktu ki Dünya Sosyal Forumu’nun örgütlenememe sebeplerinden biri de hiyerarşi endişesi, hiyerarşinin üst seviyedekilerin iktidarına yol açacağı endişesi. Zapatistalara duyulan sempatinin önemli bir nedeni de o harekette hiyerarşinin olmadığının düşünülmesi veya olan hiyerarşinin konumundan faydalanma belirtisi göstermediğinin düşünülmesi. Sosyalist aydınların da önemli bir bölümü sosyalizmi yöneten/yönetilen ayrımının kalkması üzerinden düşünmeye çalışıyor. Birçok sosyalist örgüt bu ilkeyi kendi iç hayatına uygulamaya çalışıyor.
Bugün bu konu üzerinde durmaya çalışmamın sebebi, uzun bir aradan sonra yeniden çıkmaya başlayacak olan 78’liler Vakfı’nın Tükenmez dergisine Latin Amerika hakkında Metin Yeğin’in hazırladığı yazı. Yazıyı dergi yayınlanmadan önce görme imkânım oldu. Türkiye’de Latin Amerika’yı en iyi bilenlerden biri olan Yeğin bu ilginç ve düşündürücü yazısında Latin Amerika’daki devrim havasının solcu liderler seçildikten sonra sönmeye başladığını ifade ediyor, doğru anladıysam. Demek ki temsilciye havale düşüncesi sürüyor, bunun maddi temelleri olması gerekir.
Buna Brezilya ve Türkiye’de katılımcılığı öne çıkaran belediyelerin seçimleri kaybetmesini de eklersek düşündürücü bir manzara ortaya çıkıyor. İlk akla gelen, insanların ‘biz sizi seçtik, icraatınızı bekliyoruz’ tercihinde bulunduklarıdır. Katılımcılığı ilave bir yük olarak gördükleri veya bundan görünüşün ötesinde bir fayda görmedikleridir.
Bu, katılımcılıktan, yönetilenlerin yönetmesinden, giderek bu farkın ortadan kalkmasından vazgeçelim anlamına gelmez. Bunları vizyonumuzda tutmaya, tartışmaya, yaşananları yorumlamaya, bunları derinleştirmeye devam edelim. Bundan vazgeçmeyelim. Ne var ki günümüz koşullarında sadece bunu savunursak, temel ayırt edici noktamız olarak bunu görürsek yine hayal kırıklığına uğrayacakmışız gibi gözüküyor.
İcraat yanı eksik yönetimler halk tarafından reddediliyor. Çünkü ihtiyaçlar var ve katılımcılıkla, halkın yönetmesiyle bu ihtiyaçlar giderilmiş olmuyor. Yönetilenlerin yönetmesi ilkesi postkapitalist bir dünyada anlamlı olabilir ama kapitalizm altında meclisler gibi mekanizmalarla yönetimi halka vermek ihtiyaçların karşılanması bakımından farklı ve anlamlı sonuçlar doğurmuyor. Fatsa neden tuttu, bunu iyi yorumlamak lazım.
Türkiye genelinde ÖDP’nin “söz, yetki, karar, iktidar halka” sloganının tutmamasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Türkiye’yi yoksullar yönetirse yoksulluk kalkar mı? Belki bazı değişiklikler olur ama esastan bir değişiklik olmaz.
Önemli sorun yönetilenler veya halk gibi muğlak kavramlarla ifade edilen insanların çıkarlarının ve bunları elde etme mekanizmalarının neler olduğudur. Bir defa halk kavramını artık geride bırakmış olmak gerekiyor veya yeniden tanımlamak gerekiyor. Bununla, mesela Negri’nin çokluk kavramı arasındaki farkı, özne olarak işçi sınıfı kavramını neden terk etme çabası içinde olduğumuzu tartışmak gerekir. Ne yazık ki Türk sosyalistleri bunu yeterince yapamaz durumda. Belki de yapabilecek durumdalar ama buna gerek görmüyorlar. Neden gerek görmediklerini ayrıca, hatta ilk planda ele almak gerekir.
Bir başka önemli sorun çokluk, işçi sınıfı, halk dendiğinde çıkarları ortak bir kitlenin anlaşılıyor olmasıdır ki bu ancak uzun vadede ve kapitalizm karşıtlığı temelinde anlam kazanabilen bir şeydir. Acaba günümüz dünyasında da böyle algılanmasını perdeleyen alt-çıkarlar var mıdır, bu da değerlendirilmesi çok gereken bir husustur.
Benim de yanıldığım noktalar muhakkak vardır. Ben düşünebildiklerimi söylüyorum. Bunların doğrusunun, yanlışının, eksiğinin ortaya çıkması tartışmayla olur.