Solun biraz da klasikleşmiş ve kalıplaşmış olması nedeniyle “alaycılıkla” karşılanan sorusu “Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?”du.

Solun biraz da klasikleşmiş ve kalıplaşmış olması nedeniyle “alaycılıkla” karşılanan sorusu “Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?”du. Hemen hemen her broşür bu başlığın altına sıralanan “dünya tahlilleriyle” başlar; “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz ?”la devam eder; “Siyasi durum ve görevlerimizle” de biterdi.
Bu kalıp içinde tekrar edilen düşüncelerin içindeki tek bir kavram nedeniyle yaşanan bölünmeler, karşılıklı suçlamalar; bir araya gelinen platformlarda oluşturulan metinlere kendi örgütünün bir kavramını katmak için yapılan dayatmalar, hayatını sol örgütlenmeler içinde geçiren hemen herkes için ortak bir yaşanmışlıktır.
Solun yükselişinin yaşandığı 70’li yıllarda bir dünya analizi yapmak kısmen kolaydı. Bazen bu kolaylık uluslararası sosyalist hareketin merkezlerinden birinin görüşlerini olduğu gibi aktarmak, bazen de ABD emperyalizmine karşı olmak üzerinden yaşanabilirdi.
Sonra “iki kutuplu” dünya ortadan kalktı; uluslararası sosyalist merkezlerden SSCB dağıldı, Çin kapitalizme yöneldi; diğer sosyalist ülkelerdeki rejimler değişti. Solun dünya tahlilleri “öksüz“ kaldı.
Bugün çok daha karmaşık sorunların yaşandığı bir dünya tablosuyla karşı karşıyayız.Ve ne yazık ki, Türkiye’de sol bu karmaşık sorunları çözebilecek, kendine bir düşünsel katalog oluşturabilecek derinlikten yoksun. Dünyayı “yorumlamak” konusundaki ideolojik problem bugün en önemli sorun konumunda.
Bu nedenle de toplumu etkileyen her tartışma “derinliğini” ve alternatifliğini kaybetmiş solu bölüyor. Kürt sorunu, Ermeni sorunu; AB’ye ‘evet’ mi ‘hayır’ mı? Laiklik, özelleştirme vb. konularında egemen düşüncelerden ayrı ve toplumsal etkisi olan bir “sol” politikadan söz edebilmek olanaksız.
Sol bu ve benzeri konularda yaptığı tercihlere bağlı olarak, egemenler arasında sürüp giden ‘kavga’da hep bir tarafa yaslanmak zorunda kalıyor. Büyük güçlerin çatıştığı konuların dışında kalarak kendini ifade edeceğini düşünen solculuk ise giderek marjinalleşiyor.
Örneğin AB konusunu ele alalım. Türkiye solu, bu konuya esas olarak ‘evet’, ‘hayır’ ikilemi etrafında yaklaştı. Bütün tartışmalar bu çerçevede sürdürüldüğünden ‘mantıksal’ bir tartışmanın ötesine geçilemedi.
AB emperyalist midir değil midir? İç dinamik mi dış dinamik mi belirleyicidir? Burjuva demokrasisi mi sosyalist demokrasi mi? türünden bir kavramsal çerçevenin olup biteni anlamamızı kolaylaştırmak yerine, zorlaştırdığını görmemiz gerekiyor.
AB Dönem Başkanı Juncker’in ifadesiyle “AB derin bir krize girdi”. Bu krizi doğuran ana tartışmaların hemen hepsi dünya politikalarını yakından ilgilendiren, dolayısıyla “küreselleşmenin” yönelimlerini belirleyecek tartışmalardır.
Bir “siyasal hedef ve ortaklık” temelinde derinleşecek AB, farklı bir dünya tablosu ortaya çıkartacak; giderek ABD-İngiltere eksenine giren, siyasal iddialarını yitirmiş genişleyen AB ise daha farklı bir dünya tablosu ortaya çıkartacaktır.
Türkiye 3 Ekim’de başlayacak görüşmelerde 2. seçenekten yana bir politika izleyebilir. ABD-İngiltere ekseninde oluşan “genişlemiş” bir AB’nin ne anlama geleceği ise Irak’ta yaşananlardan sonra son derece açıktır. AB’ye ‘evet’ mi ‘hayır’ mı? tartışması kadar bu sorunlar da solun tartışma gündeminde olmak zorundadır.