Türk sinemasının efsane kadınlarından Filiz Akın’ın kansere yakalanması toplumsal bir üzüntü kaynağı haline gelmişti. Sanatçı "lösemili çocuklara yardım kampanyası" düzenleyerek moda olan bir akıma imza attı...

Türk sinemasının efsane kadınlarından Filiz Akın’ın kansere yakalanması toplumsal bir üzüntü kaynağı haline gelmişti. Sanatçı "lösemili çocuklara yardım kampanyası" düzenleyerek moda olan bir akıma imza attı. Sarı renkli kol bantları belirli mağazalarda satışa sunuluyor , bu yolla toplanan 1 milyon liralarla "lösemili çocuklar" sorununa katkı sağlanıyordu. Özellikle büyük kentlerde sarı kol bantları "sosyal duyarlılığın" sembolü haline gelmiş ve bu yolla kampanyanın etkisi ve dolayısıyla bağışlar(satışlar) giderek yaygınlaşmıştı. Geçtiğimiz günlerde Bir gün’ de yayınlanan bir haber sarı kol bantlarının "korsan" larının satıldığını duyuruyordu. Bu "sosyal duyarlılık" sahtekarlığı gerçekten de korkunç bir toplumsal hayata işaret ediyor. 500 bin TL’ye sahte bir sarı kol bandı alıyorsunuz ve kolunuza takarak "lösemili çocuklara yardım" yaptığınızı herkese gösterme fırsatını buluyorsunuz.

Her şeyin sahtesine zaten alışmıştık. Sahte rakıdan ölenler, sahte kaşar peynirinden zehirlenenler; sahte tişörtlerden, sahte CD’lerden batan sektörler. Yaygınlaşan sahte ticari taksiler yüzünden işini kaybedenler. Sahte doktorlar, dişçiler yüzünden sağlığını kaybedenler. Binlerce küçük sahtekarın yaşadığı bir ülke… Banka hortumcularına; devlet ihalelerinde trilyonları götürenlere, yaptıkları çürük binaların çökmesi sonucu binlerce insanının ölümünden sorumlu olanlara alışmıştık. Bir avuç "sülük" toplumun kanını emiyordu, ama ya toplum? Yönetenlerin sahtekar ve yalan üzerine kurulu hayatları toplumu da içten içe çürütmüş görünüyor.

En çok "vatan millet Sakarya" edebiyatı yapanların İMF antlaşmalarının altında imzasının olduğu; en çok "Müslümanlık nutukları" atanların İslami holding şemsiyesi altında din kardeşlerini dolandırdığı bir ülke burası. İşkence yoktur diyorlarsa mutlaka vardır. Halktan yanayız diyorlarsa mutlaka halkı soyup soğana çeviriyorlardır. Laikliğe bağlıyız diyorlarsa şeriat özlemi içindedirler. Milliyetçiyiz diyorlarsa Amerikancıdırlar. Özgürlük ve demokrasiden söz ediyorlarsa mutlaka baskıcı ve antidemokratik bir rejim özlemi içindedirler.

Bilinen bir hikâyedir. Kendilerine Osmanlı Sarayından bir soyağacı edinmek isteyen sonradan görmeler Sahaflardan eski Osmanlı Paşa’larının resimlerini satın alıp salonlarının duvarlarına asarlarmış "Paşa dedem" diyerek. Sahte bir aileye sahip sahte paşazadeler anlaşılan o ki artık azınlıkta değiller. Dolayısıyla bireysel kaldığı zaman "komedi" unsuru olan bu sahtekârlık bütün toplumun dokularına yayılarak bir "trajedi" haline gelmiş durumda.

Aziz Nesin aptallık üzerinden bir istatiksel rakam verdiğinde yer yerinden oynamıştı. Sahtekârların sayısını tahmin etmek çok zor ,ama sahtekarlıkla başarının, itibarın özdeşleştiği bir durumda dürüst ve namuslu insanların mı yoksa yalancı ve sahtekâr olanların mı akıllılar statüsüne dahil edilecekleri tartışmalıdır.

Her şeyin yalan ve sahtekarlıkla örtüldüğü bir ülkede laiklik, özgürlük ve demokrasi, kürt sorunu, ermeni sorunu gibi büyük ve derin konularda söylenen yalanların sahtekâr ve iki yüzlü tutumların sürdürülmediğine artık kim inanır? Herkesin giderek sahtekârlaşmak zorunda kaldığı bir sistem ne kadar ayakta kalabilir?