Türkiye “tuhaf ” bir ülke, bir yandan hiçbir şeyin değişmediği duygusuna kapılıveriyorsunuz bazen de değişimin boyutlarından şaşkınlığa düşüyorsunuz...

Türkiye “tuhaf ” bir ülke, bir yandan hiçbir şeyin değişmediği duygusuna kapılıveriyorsunuz bazen de değişimin boyutlarından şaşkınlığa düşüyorsunuz.

Yüksek askeri Şura’da “irticacı” oldukları gerekçesiyle ordudan atılan subaylarla ilgili “işveren olarak başka hiyerarşilere tabi oldukları için işten çıkardık” türünden bir açıklama; ya da Kültür ve Turizm Bakanı’nın “polise prim verin korsan CD ve kitap satışlarını engellesin” önerisi artık ulusal savunma ya da güvenlik konularının da “piyasa koşullarına” tabi hale geldiğini gösteriyor. Ordu’nun kendini “işveren” olarak tanımlaması; polisin kanunlarla suç olarak tanımlanan bir fiilin engellenmesi için zarar gören kesimlerden “prim alması” önerisi ne denli bir zihniyet değişimi içinde olduğumuzu gösteriyor. Şaşırıyorsunuz.

Sonra bir devlet görevlisi Osmanlı kayıtlarında Kürt isimlerine rastlanmadığını, dolayı sıyla Kürtlerin bir Türk boyu olduğuna dair düşünceler ileri sürüyor; şu meşhur “dağ Türkleri” efsanesinin yeniden gündeme getiriyor, terörle mücadele konusunda “yetkilerin kısıtlı olduğu” vurgulanıyor. Hiçbir şeyin değişmediği duygusuna kapılıveriyorsunuz.

Kopenhang Kriterleri’ne uyum amacıyla bir dizi “hukuksal düzenleme” yapılıyor, siyasal demokrasinin sınırları belli ölçüde genişletiliyor, Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle yıllardır tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılıyorlar. Şiddetin Kürt sorununun çözümünde bir araç olmaktan çıkmasını, barı ş içinde bir çözüm aranması gerektiğini vurguluyorlar ve bu amaç için DTH isimli bir siyasal oluşum için adımlar atıyorlar.Türkiye değişiyor diye düşünüyorsunuz.

Sonra PKK yeniden silahlı eylemlere başlıyor. Çeşme’de, Kuşadası’nda bombalar patlıyor; Güneydoğu’da yollara mayınlar döşeniyor; Trenlere bombalı saldırılar düzenleniyor. Asker cenazeleri; “ölü ele geçirilen militanlar” ; savaştan-çatışmadan yorgun düşmüş bölgenin üstüne bir kabus gibi çöküveriyor. Sanki hiçbir şey değişmemiş gibi.

Değişen-değişmeyen oyunu sadece “politik alana” ilişkin de değil. Kültürel açıdan da büyük bir alt üst oluş içindeyiz. Benzerleri Batı’nın gelişmiş ülkelerinde bile bulunmayan “beach club “ larda kendini tekno müziğin ritmine bırakmış dans edenlerle, göbek atanlar içi içe yeni bir kültür yaratıyorlar. Türbanlı bir genç kız göbeğini açıkta bırakan giysiler içinde sahnedeki şarkıcıya eşlik ediyor. Her şey ne kadar da hızlı değişiyor diye düşünüyorsunuz.

Sonra bir kaymakam Orhan Pamuk’un kitaplarını toplatıyor; RTÜK bazı müzik kliplerine yasak getiriyor; bir özel Televizyon “savaşa hayır” görüntüleri içerdiği için bir şarkıya “sansür” uyguluyor; TRT denetiminden yine şarkılar geçmiyor.

Hiç bir şey değişmiyor. Türkiye hala ne Doğu’lu, ne Batı’lı; ne gerçek bir demokratikleşme yaşayabiliyor ne de açık bir diktatörlük rejimi. Ne gelişmiş bir kent kültürüne sahip ne de geleneksel köklerine sıkı sıkıya bağlı. Bazen “Müslüman” , bazen “modern ve laik” bir ülke. İşin özü her alanda cennetle cehennem arasındayız; Araf’tayız.

Çıkış yolu bütün günahlarımızdan arınacak iradeyi gösterip gösteremeyeceğimizde düğümleniyor. Aması, fakatı olmayan bir demokratik düzen kurabilecek miyiz? Sürekli ve sürdürülebilir bir zenginleşmeye-kalkınmaya doğru yol alabilecek miyiz?

Dünyanın bugün içine sürüklendiği “savaşterör” döngüsünde barıştan yana bir ülke olarak konumlanabilecek miyiz? Eşit özgür mutlu bir gelecek kurabilecek miyiz? Eğer buna gerçekten inanıyorsak şaşırmanın ve değiştirmek için mücadele etmenin hiçbir sakıncası yok.