Müthiş bir maçtı. İsviçre'deki maçın sıkıcı; tekdüze

Müthiş bir maçtı. İsviçre'deki maçın sıkıcı; tekdüze havasından eser yoktu. İlk dakikada gelen penaltı golünden sonra hayatımızdan bir geceyi tatsız tuzsuz hale getirecek bir seyir bekleyenler yanıldı.

Dediğim gibi müthiş bir maçtı. Türkiye'nin kazanmasını hiç bu denli istememiştim. Serde solculuk var ya milli maçlarda genellikle kişi başına düşen milli gelire (yoksulluk düzeyine) göre takım tutma alışkanlığım devam ediyordu. İsviçre'nin medeniyetin beşiği olduğu hayli tartışmalı olsa da dünyanın en itibarlı en zengin ülkelerinden bir olduğu gerçekti. Avrupa medeniyetinin ortasında bütün zenginliğini dünyadaki her türlü "kara para"ya yataklık etmekten sağlayan, uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı, fuhuş, kumar, tefecilik gibi evrensel etik kurallarının lanetlediği her tür kavramdan elde edilmiş zenginliğin itibarını taşıyan kapitalist sistemin ikiyüzlülüğünün simge ülkesi İsviçre yenilsin istiyordum.

Sanki bu lanetli "para"nın intikamı nedeniyle son derece sıkıcı bir ülke; botanik bahçelerini hatırlatan bir düzen; içinden hayatın çekildiği duygusunu yaratan sessiz sokaklar; umumi tuvaletlerde üzerine basmamak için bir hayli özen göstermeniz gereken kullanılmı ş şırıngalar. Kodlanmış bir hayatın, hiçbir dalgalanmaya ve heyecana yer bırakmayan kurallarla kuşatılmış, kum taneleri gibi birbirine benzeyen günlerin ardından gelen uzun ve dingin emeklilik hayatı. İsviçreli olmak, İsviçre'de yaşamak böyle bir şey.

Peki ya Türk olmak, Türkiye'de yaşamak. Hayatın sürprizlerine aşina; sınırsız bir yoksullukla görgüsüz bir zenginliğin birlikte var olduğu; Avrupa'yla ilişkisini "şizofrenik bir bölünme" olarak yaşayan bir ulusuz biz. Her şey gibi futbolun heyecanını da, mafyayla kol kola giren teknik direktör, futbolcu, yönetici eliyle yok ettik. Metin Oktay "krallığından", Can Bartu "seniorluğundan", Hakkı Yeten "babalığından" Fatih Terim "imparatorluğuna" yaşadığımız süreç budur.

"Onlara günlerini gösterelim" diye bas bas bağıran medya, "bunun bir de İstanbul'u var" diyen teknik ekip, futbolcular… Her türlü sorunlarını Alaaddin Çakıcı, Sedat Peker vb. eliyle çözmeye alışmış olanların soyunma koridorları na taşınan "kaba kuvveti". Tekmeler, çelmeler, yenilgiyi hazmedememenin yarattığı öfke dolu mesajlar.

Oysa müthiş bir maçtı. Yenebilir, eleyebilir ve 2006'nın o müthiş futbol karnavalında kişi başına milli geliri bizden düşük bir ülkeyle karşılaşıncaya değin "milli bir heyecan"a kaptırabilirdik kendimizi. Oysa şimdi 2010 Dünya Kupası’na katılıp katılamayacağımız bile kuşkulu.

Bu ülkede hep geçerli olan kuralların uluslararası arenada kabul edilemez olduğunu, Aziz Yıldırım başkanlığının Türkiye liginde ifade ettiği anlamların örneğin Şampiyonlar Ligi’nde bir işe yaramadığını; Fatih Terim'in ancak bu ülkede teknik adam olarak değerinin olduğunu; Emre gibi, Alpay gibi futbolcuların Avrupa'da profesyonel, Türkiye'de amatör davrandıklarını artık görmemiz gerekiyor.

Futbol yerine hakem tartışmaktan, statları bir şiddet arenasına çeviren kulüplere verilen komik para cezalarından kurtulmadıkça o büyülü oyunun tadından uzaklaşıyoruz. Aziz Yıldı rımlar, Fatih Terimler, Sinan Enginler bizi bu seyir zevkine taşıyan oyunun kahramanları olmaya devam ettikçe bu böyle devam edecek gibi görünüyor.