Birkaç yıl Kadıköy’de oturdum. O yıllardan birinde İnönü Stadı revizyon sebebiyle bir sezon kapalı kaldı. Beşiktaş bazı maçlarını Fenerbahçe Stadı’nda oynuyordu. Bazılarını da Ali Sami Yen’de...

Birkaç yıl Kadıköy’de oturdum. O yıllardan birinde İnönü Stadı revizyon sebebiyle bir sezon kapalı kaldı. Beşiktaş bazı maçlarını Fenerbahçe Stadı’nda oynuyordu. Bazılarını da Ali Sami Yen’de... Dolayısıyla Saracoğlu Stadı’nın geçmiş yıllardaki halini bilirim. Yenilendikten sonra ise uzun zaman gitmemiştim. Ta ki önceki sezona kadar. Sağ olsun, Fanatik’ten Necil Ülgen’in davet ve teşvikiyle iki yıl önce gittiğimde hafif bir şok geçirmiştim. Öncesinde bir-iki Avrupa ülkesinde de bazı stadları görmüşlüğüm vardı. Ama burası Türkiye’ydi ve Saracoğlu başka hiçbir stada benzemiyordu. Duvarlarını eski futbolcuların formalarının süslediği pırıl pırıl koridorlarda memleketin en seçkin yiyecek-içecek satıcılarının şubeleri mi dersiniz, görevlilerin her daim yıkayıp paspasladığı tuvaletler mi... Locaları hiç sormayın. Genç ve güzel hanımların buyur ettiği, hizmet verdiği adeta ışıltılı ofisler... Lakin bir şey daha dikkatimi çekti. Taraftarlar da biraz değişikti. Yani benim İnönü’de görmeye pek alışkın olmadığım, üst-orta sınıf mensubu şık ve müreffeh insanlar... Mutlu aile tabloları. (Lütfen yanlış anlamayın. İroni yaptığım falan yok. Sadece gördüklerimi anlatıyorum.)
Aslında bu işlerin başındaki insanların istedikleri de bu, diye düşündüm. Adına taraftar denen, her an sorun çıkarmaya hazır ve beş parasız serdengeçti güruhunun yerine, satın alma kabiliyeti yüksek seyirci topluluğu!
Daha sonra da gittim Saracoğlu’na... Ve bir şeyi daha farkettim. 50 binden fazla insanın toplandığı bu statta –maçların ilk beş dakikası bir kenara bırakılacak olursa- tezahürattan ziyade büyük bir uğultu vardı. Migros tribününde konuşlanan daha organize topluluğun tezahürat çabası da genellikle bu uğultuya kurban gidiyordu. Oturdukları koltuklara küçük bir servet ödeyen seyirciler çabuk, kesin ve coşkulu bir zaferin beklentisi içinde sabırsızlanıyor, kendi oyuncularının en küçük bir hatasında derhal öfkeye kapılıyor, stadın her yerinden birbirinden farklı ve kimi zaman çatışan tepkiler yükseliyordu.
İnönü’yü düşündüm. Kapalı’yı falan... Fenerbahçeliler alınmasın ama aradaki fark, Zubin Mehta yönetiminde Viyana Filarmoni Orkestrası’yla Dinar Bandosu arasındaki farka yakındı.
Sebebi anlaşılabiliyordu. Bir yanda stadın hâkimi taraftar... Diğer yanda parasının karşılığını bekleyen seyirci... Bir yanda, artık son demlerini yaşayan, işin başındakilerin biraz da kurtulmak istediği ve bir zaman sonra nostaljiyle anılacak dinozorlar... Diğer yanda, bir sektör olarak futbolun geleceğini tahvil ettiği tüketici topluluğu... Elbette onlar da takımlarına gönülden bağlıydı. Lakin mekanın kuruluş, örgütlenme ve ekonomik mantığı, mekânın kendi doğasından kaynaklanan seçimleri, şahit olduğumuzdan farklı bir tabloya imkân vermiyordu, veremezdi.
•••
Borçsuz devraldığı kulübü, büyük oranda kendisine borçlandırıp geleceğini ipotek altına alan Yıldırım Demirören, geçtiğimiz hafta sonu yapılan mali kongrede sanırım son kozunu oynadı: İnönü Stadı’nı yıkıp yerine yeni ve ‘modern’ bir stad inşa etmek. Malum, kimseden geri kalmamanın en kestirme yolu modern ve dev bir stada sahip olmak ya! Nasıl ki Fenerbahçe’nin Kadıköy’de 55 bin kişilik ‘ısıtmalı’ stadı var, Galatasaray bir benzerini Seyrantepe’ye inşa edecek... Eh, Beşiktaş’ın neyi eksik?
Vadedilen stadın tanıtımını da yapmış Demirören... Photoshop’ta hazırlanan resimlere bakılacak olursa, Maçka’dan Dolmabahçe’ye uzanan vadide bir ‘uzay istasyonu’ kurulacak. Öyle acayip bir kütle.
Kimilerinin aklına gelebilir... “Canım ne var bunda? 60 yıllık İnönü Stadı’nın yerine şöyle ferah feza, içinde her türlü ihtiyacın karşılanabildiği, (geliyoruz o büyülü kelimeye) ‘modern’ bir stad yapılsa fena mı olur?”
Bu soruya ancak “bilmiyorum” diye cevap verebilirim. Futbolun başlı başına bir endüstriye, haliyle taraftarın –bırakın seyirciyi- basit bir tüketiciye dönüştürülmek istendiği bir zamanda hâlâ ‘duruştan’, hâlâ geçmişin hatıralarından, artık mabed mertebesine ulaşmış bir stadın çimlerinde, koltuklarında, basamaklarında nefes alıp veren bir tarihe sahip olmanın mutluluğundan söz etmenin iler tutar bir tarafı kaldı mı, emin değilim. O yüzden “bilmiyorum” diyorum. Nitekim, ntvspor.net’in “İnönü yıkılıp yerine yeni bir stad yapılsın mı yapılmasın mı” anketine oy verenlerin önemli bir çoğunluğu “yapılsın” demiş. Taraftarlığı, her alanda olduğu gibi, en modern, en büyük stada sahip olma kulvarında da bir yarış olarak görmenin (artık öyle görmenin) neticesi olsa gerek bu oylar...
•••
Bir kere ‘daha büyük bir stad’ iddiasının sebebini çok anladığımı söyleyemem. Son yenileme çalışmasının ardından İnönü’nün kapasitesi 33-34 bine çıktı. Çıktı çıkmasına da, bir yıl içinde kaç defa doluyor o kapasite? Derbiler ya da Avrupa maçları dışında doğrusu pek tanık olmadım, İnönü’nün hınca hınç dolduğuna... O maçlarda da dışarda insan kaldığına... Yani şimdiki kapasite Beşiktaş taraftarını pekala kaldırıyor. Dolayısıyla ‘daha büyük bir stad’ esasen yersiz bir fanteziden ibaret gibi geliyor bana.
‘Modern’ meselesine gelirsek... Bundan murat edilen, hafta sonları o mekânda bulunanlara daha insani koşulların sunulması ise buna kimsenin itirazı olmaz. Ben de hoşnut değilim, iki pisuvarın bulunduğu lakin bunlardan birinin de haftalarca çalışmadığı için (yani haftalarca tamir edilmadiği için) sidikle dolu olduğu bir tuvaletin önünde kuyruk beklemekten... Ya da çay niyetine bir bardak sıcak suyla başka hiçbir yerde tadına bakmaya cesaret edemeyeceğiniz şeylere dünyanın parasını ödemekten... Ama biliyorum ki, bütün bu zaafların giderilmesi sadece bir anlayış, yani ‘kafa’ meselesidir ve hepsi İnönü Stadı’nın bugünkü hali muhafaza edilerek de çözülebilir.
Asıl niyet, öyle sanıyorum ki, Avrupa’da giderek daha sık rastlanan, yukarda anlatmaya çalıştığım gibi bizde de Saracoğlu Stadı’nın o yolda emin adımlarla ilerlediği bir başka proje: İçindeki çim sahada futbol da oynanan, dev alışveriş merkezleri yaratmak. Yani, futbolu giderek insanların her an tüketim halinde olmalarına olanak sağlayan bir Amerikan sportif seyirliğine dönüştürme projesinin altyapısı.
•••
Beşiktaş camiası Demirören’in başkanlığı boyunca mutsuz bir dönem geçirdi. Son 5 yıldır şampiyon olamadı. Avrupa maceraları hüsranla sonuçlandı. Galiba iki Türkiye Kupası var, bu 5 yıldan geriye kalan.
Mutsuzluğu bütünüyle sportif plandaki başarısızlığa bağlamak yanlış olur. Daha derinde başka bir mesele var. Beşiktaş’ı rakiplerinden ayıran kimi vasıfların uğradığı erozyon. Esasen Serdar Bilgili ile başlayan bu süreç Demirören’le birlikte epey bir mesafe katetti.
Beşiktaş’ın ezeli rakipleri olarak kabul edilen Fenerbahçe ve Galatasaray camialarının hakim ruh hali genellikle büyük sportif başarılara endekslidir. Daha üst perdeden iddiaları temsil ederler. Biri başlı başına bir cumhuriyettir ve bir gün herkesin kendine biat edeceğini hayal eder, diğeri ebedi bir Avrupalı, dahası yaşlı kıtanın fatihidir; ekoldür, öncüdür vb.
Oysa Beşiktaş’ın bir mahallesi vardır. Köyiçi, Abbasağa, Şenlikdede, Akaretler, Ihlamur, Serencebey... Hasılı bildiğiniz Beşiktaş semti... Balıkçısı, manavı, köftecisi, bakkalı, kasabı, meyhanesiyle... Daha mütevazı olmakla birlikte, iddiası yüksek rakiplerine meydan okumanın gönül ferahlığıyla donanmış, bir mahallelilik hali.
Kulübe, takıma, taraftara ruhunu veren şey aynı mahallenin çocukları olma duygusudur biraz da... Tabii, profesyonelliğin herşeyin önüne geçtiği bir zamanda, sözgelimi daha bir yıl önce Antep’te oynarken bu yıl siyah beyazlı formayı giyen bir futbolcunun, maçtan önce Kazan’da, Hasbi’de toplananlarla aynı duygu kardeşliği içinde olmasını beklemek biraz mübalağa olur. Ama, santrayla birlikte o ruhun tribünden sahaya aktığına defalarca şahit olduğumu pekâlâ söyleyebilirim.
Kurulması planlanan o uzay istasyonunda bunlar olacak mı, emin değilim. Korkarım, Pascal’ın hasretten çimlerini yediği stadın ruhu da galiba o ‘istasyondan’ uzaya ışınlanacak.
“Çarşı bitmez” sevdiğim bir slogandır. Keşke bitmese... Ama hayatın bizim isteklerimiz dışında dayattığı yaşama biçimleri var. Onlarla başa çıkmak kolay değil. Uyum sağlamak? O vakitte sizden geriye bir şey kalmıyor. Biz yine de aynı şarkıyı söylemeye devam edeceğiz herhalde. Bilirsiniz, kuğunun son şarkısı.