Türkiye Sineması son dönemde, iyiden iyiye yeni sinemacıların kuşatması altında

Türkiye Sineması son dönemde,  iyiden iyiye yeni sinemacıların kuşatması altında. Üstelik sinema için bu ‘yeni’ kavramının çevresi o denli genişliyor ki, artık film festivallerine açılış ve kapanış törenlerine konuk olarak davet edilen eski sinema oyuncuları bu yeni sinemacılar hareketini kıskanma noktasındalar. Festivallerde vitrin süsü olarak bulunduruldukları eleştirilerine kulaklarını tıkasalar da, bir rahatsızlık duydukları çok belirgin.

Bu bağlamda Türkiye Sineması son üretimleriyle yaşadığımız toplum hakkında görmezlikten gelemeyeceğimiz gerçekleri ve köhnemişlikleri de hissettiriyor hiç kuşkusuz. Hadi eski sinema oyuncularımızı bir kenara koyalım, pekala onlar festivallerde göz önünde olmalılar ve bir dönemin sinemasının kilometre taşları olarak kalmalılar.

Bir diğer konu da; son dönemde üretilen kadın odaklı veya kadının toplumdaki yerini sorgulayan filmler ve bunların sayısal artışı. Bu filmlerde toplumumuzun çeşitli sınıflarından kadınların sorunlarına Türkiye Sineması’nın nasıl baktığını ve feminist bir söylemin söz konusu olup olmadığını anlatıyor tanımını rahatlıkla yapabiliriz.
 
Bu topraklarda kadın olmak, ait olduğunuz coğrafyadan ekonomik mücadele düzeyinize göre birçok derinlikli karşılığı ortaya çıkarıyor. Son 5 yıldaki filmlere göz attığımızda töre baskısı  altında ölen, intihar etmek zorunda bırakılan kadınları anlatan filmleri ön sıralarda görüyoruz.

Handan İpekçi'nin Saklı Yüzler, Cemal Şan'ın Dilber'in Sekiz Günü, Mehmet Güleryüz'ün Havar'ı, Abdullah Oğuz'un Mutluluk'u hemen ilk akla gelenler.
 
Yine yoksul banliyölerde yaşayan, köyden kente göçmüş, töre baskısı ile çağdaş yaşam arasında sıkışmış kadınların veya yoksulluğun hüküm sürdüğü yaşamların öyküleri, çukurda olma halinin anlatıldığı filmler de dikkat çekiyor. Semih Kaplanoğlu'nun Meleğin Düşüşü, Zeki Demirkubuz'un Kader'i ve Erden Kıral'ın Vicdan’ı da bu türdeki filmleri örneklerken ilk aklımıza gelenler oluyor.
 
Kent yaşamının gerçeği iletişimsizlik temalı, bireyin kendini yalnız hissetmesine neden olacak ve bu yalnızlığı üstlenen kadınlardan öykülendirilmiş filmler de var. Feminist önermeler adına umut beslememiz gereken yapımlar bunlar. Kutluğ Ataman'ın İki Genç Kız'ı, Cemal Şan'ın Zeynep'in Sekiz Günü, Yeşim Ustaoğlu'nun Pandora'nın Kutusu ve Ümit Ünal'ın Ara filmleri.
 
Öte yandan; Türkiye Sineması’nda kadını metot öngören bu filmlerin yönetmenlerinden sadece ikisinin kadın olması  başka bir açmaz. (Saklı Yüzler'de Handan İpekçi, Pandora'nın Kutusu'nda Yeşim Ustaoğlu) Yani erkek bakış açılı kadın filmlerinin yorumlanma halleri ne derece gerçekçi olabilir bu da başka bir tartışma konusu.

Bu anlamda kadın yönetmenlere kol kanat germe gereği yani destek olma ayrıcalığı büyük önem taşıyor.  Sinemamızdaki kadın olgusunun erkek gözüyle beyazperdeye aktarıldığını görmezden gelmeden hemen tartışmaya başlamalıyız.

Birkaç yıl once Yeşim Ustaoğlu, Pelin Esmer gibi yetenekli yönetmenlerin yeni bir jenerasyon oluşturma süreçleri başlamıştı diye düşünüyorum. Örneğin televizyon dizilerinde görev alan kadın yönetmenlerin sinemada da kendilerini gösterme zamanıdır şimdi de kanımca. Belki sinemada erkeklere göre bir adım geriden geliyorlar ancak fırsat bulabildikleri anda onlar da çok önemli sinemacılar olacaklar diye düşünüyorum.

Ve sonuçta Türkiye Sineması’nda Yeşim Ustaoğlu gibi Tomris Giritlioğlu gibi Pelin Esmer gibi daha çok kadın yönetmen görmek istiyoruz. Yapımcılar daha cesur kararlar alarak yeni kadın yönetmenlere fırsat tanımalılardır.