Eric Hobsbaw

Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl adlı kitabının önsözünde "aşırılıklar çağı" olarak adlandırdığı 20. yüzyılın en belirgin özelliğini şu cümlelerle ifade eder: "Geçmişin ya da daha çok kişinin çağdaş deneyimini önceki kuşakların deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmaların yok olması, geç yirminci yüzyılın en karakteristik ve ürkütücü fenomenlerinden biridir. Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organik ilişkiden yoksun bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yetişti."

Son günlerde tarihi yeniden hatırlamamız; toplumsal belleğimizde bastırılmış "tarihselin" yeniden kamuoyunun önüne çıkması "sürekli şimdiki zaman içinde yetişen" insanlar açısından "travmatik" sonuçlar yaratıyor. Unutmaya alışmış akıl, hatırlamakta; geçmişle yüzleşmekte zorlanıyor.

Aslında bu durum hemen hemen geçmişe ilişkin her tartışmada bir kez daha yaşanıyor. Van Savcısı'nın siyasal fırtınalar koparan Şemdinli iddianamesinde 3. Selim dönemine ilişkin göndermelerde bulunması bize Yeniçe-riler/Nizam-ı Cedit tartışmasını hatırlatıveri-yor; Şemdinli, Susurluk'u; Ermeni tartışmaları İttihat Terakki ve Teşkilat-ı Mahsusa'yi; Kürt sorunu, bütün Cumhuriyet tarihini kaplayan isyanları; 12 Mart, 12 Eylül'ü ve bu böyle sürüp gidiyor.

Sonsuz bir şimdiki zaman içinde yaşadığımız için de hiçbir tarih tartışmasını bitiremiyor, hiçbir tartışmadan tecrübe devşirerek bugüne ilişkin dersler çıkartamıyoruz. Evet, tek bir tarih yoktur; ezilenlerin tarihiyle egemenlerin tarihi aynı şekilde yazılamaz. Bu nedenle de bir olaylar, belgeler yığını aynen puzz-le'ın parçaları gibi yeniden bir araya getirilmek zorundadır ve tarihçinin görevi de budur, Hobsbavvm'ın deyişiyle, tarihçilerin yaptıkları iş "ötekilerin unuttuğunu hatırlatmaktır".

Aslında bilinir ki tarih hiçbir şey yapmaz, tersine onu yaratan bilinçli insan eylemleridir. Ama yine de en büyük tartışmalar tarih ve tarih yazımı üstünden yaşanır. Hele bir de bugünün siyasal tartışmalarında haklılık türetmek için tarihe başvuruyorsak, neyin yaşanmış neyin sonradan uydurulmuş olduğu durmaksızın birbirinin içine geçer.

Kendini tarihi yeniden inşa ederek kuran "milliyetçilik" ise tarihsel gerçeğin olduğu kadarıyla anlaşılmasının önündeki en büyük engeldir. Adeta kutsal ve dokunulmaz hale gelen tarihin ağır gölgesi bugünün genç kuşaklarının üzerine düşer ve bu kopkoyu karanlığın içinde toplumun özgür ve demokratik bir geleceğe doğru sürmesi gereken yolculuğu kesintiye uğrar.

Her tarihsel olayda "biz" haklıysak ortada tartışılacak bir şey yok demektir. Ama bu türden bir tarih okumasının çok zayıf bir noktası vardır; tarihte her şeyi "biz" başardıysak 'bugün niye böyleyiz?' sorusunun yanıtı yoktur. Ancak ve ancak bugünün neden böyle olduğunu açıklamak "dışarıdan" bir komployu tarihin ve bugünün içine dahil etmekle mümkün olabilir.

Demokrasiyi ortadan kaldırdık çünkü "ülkeyi bölmek isteyen iç ve dış düşmanlar vardı"; Ermeniler'e "tehcir" uyguladık, çünkü "düşmanla işbirliği içindeydiler", Kürtler'i "asimile" ettik, çünkü "dış mihrakların kışkırtmalarına alet oluyorlardı" vb.

Oysa "geçmişiyle yüzleşmeyen" hiçbir toplum özgür ve demokratik bir gelecek kuramaz. Ve yine tartışmasız doğru olan "bugüne bakışımızın geçmişe bakışımızı koşulladığı" gerçeğidir. Trabzon'da insanları linç edenlerin tarihte bulacakları "yağma ve fetihtir", "ne mozağiyi ulan" diyenlerin Kürtler'in bir Türk boyu olduğunu savunmaları, azınlıkların her tür yöntemle "azaltılmasını" tarihsel bir başarı olarak görmeleri kaçınılmazdır.

Bugün özgür ve demokratik bir ülke isteyenlerin tarihe yaklaşımı ise geçmişteki her türlü anti-demokratik uygulamanın reddedilmesi, bunlarla yüzleşme cesaretini göstermek olmalıdır.