Aidiyet duygusu dünyanın birçok coğrafyası nda insanların sosyal davranışlarını belirleyen temel güdülerden biri. Bir ulusa, bir şehre ait olmak; bir liseyi, bir üniversiteyi bitirmek kimlik sorununun e

Aidiyet duygusu dünyanın birçok coğrafyası nda insanların sosyal davranışlarını belirleyen temel güdülerden biri. Bir ulusa, bir şehre ait olmak; bir liseyi, bir üniversiteyi bitirmek kimlik sorununun en önemli bileşenleri arasında. “Türk müsünüz?” sorusuna evet yanıtı aldıktan sonra, “nerelisin hemşerim?” diye arkasını getirmek neredeyse bir sözcük kalıbı gibidir. Ardından liseyi nerede okudun ya da hangi üniversiteyi bitirdin vb sorular karşımızdakinin kimlik şifresini çıkarmak için vazgeçilmez koordinatları oluşturur.

Genellikle büyük şehirlerde doğup büyümüş, aidiyet duygusunu kozmopolit hayatlar içinde yitirmiş olanlarımızın pek de algılayamadığı bir durumdur bu. O nedenle de “hemşerilik” taşralı bir tutumdur ya da egemen bir kimlik dışında kalan tanımlamalar gereksizdir. Zaman zaman “Sivaslı” olmak ya da “Kürdüm” demek alaysı bir tutumla mizah konusu addedilirken, Galatasaray Lisesi mezunu olmak, Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirmek bir “ayrıcalık” olarak algılanır.

İtiraf etmem gerekir ki, farklı köklerden gelen bir ana babanın oğlu olarak “melez” bir aidiyet duygusu nedeniyle çok da “ulusal aidiyet” duygusu yaşamamıştım. Şehir aidiyetim ise genellikle bütün memur çocuklarının yaşadığı türdendi. Doğduğum şehir mi, ilkokulu bitirdiğim şehir mi , liseyi okuduğum şehir mi benim memleketimdi, bilemeden zaman geldi geçti. Arada bir bu “çoğul” durum işe de yaramadı değil, hemen her yerde bir hemşeriye rastlama olasılığı böylece yükseliyordu.

Solculuğun verdiği ülke sevgisi ise çok da ulusal aidiyete denk düşen bir şey değildi. Enternasyonalizm “bütün dünya işçilerine” benzer bir sevgi duygusuyla bağlanmanın adıydı. Ulus, renk, dil, din ayrımı kabul etmeyen bu bakış açısı kuşkusuz insan olmanın vazgeçilmez koşuluydu. Ulus sorunu bu teorik bütünlüğün içinde kendine yer bulabiliyordu.

Ta ki bir gün yolum Makedonya’ya düşünce, “aidiyet duygusu” denilen ve bu yaşa kadar pek de ayrımına varmadığım şeyin ne olduğ unu fark ettim. Çocukluğumda büyük bir göçmen kolonisi içinde yaşarken kulağıma fısıldanan memleket hikâyelerinin, yerinden yurdundan koparılmış halaların, yengelerin pişirdikleri yerel yemeklerin yıllar sonra bana bir ulusal aidiyet duygusu taşıyacaklarını hayal edemezdim.

Göçmenlikle bütün ilişkimin, daha küçücük bir çocukken mahalle çocuklarının kıyıcı bir gaddarlıkla “ti-to, ti-to” diye alkış tutarak kızdırmalarının, belleğimde sadece tınısı kalan yabancı bir dilin ötesinde anlamı yoktu. Üsküp’ün kırık dökük caddelerinde dolaşırken insan yüzlerindeki yorgunluk çocukluğumun akraba yüzleriyle aynıydı. Bu kokuyu, bu rengi tanıyordum. Lokantalarda yediğim yemekler halamın yemekleriydi. Elma ağaçları; şehrin içinden dolanıp geçen nehrin taşıdığı ağaç yaprakları bana anlatılan bir masaldan çıkıp gelmiş gibiydi.

Aklıma göçle savrulup geldikleri ülkelerde yerel aidiyetlerine dört elle sarılan göçmenler ya da yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda kimlikleri, kültürleri yok sayılan insanlar düştü. Benim gibi kendi ülkesinde “egemen ulus”un üyesi olan, kozmopolit hayatın pek de “aidiyet”e yer bırakmayan yansımalarına alışık olanlar için kendi köklerindeki “göçmen” liği keşfetmeleri son derece önemli. Bu duygunun insan ruhunun derinliklerine itilip bastırılmış olması, belki de onu şimdi yaşayanlara karşı sergilenen dışlayıcı gaddar tutumları n altında yatan nedenler arasındadır.

Kendi ulusallığını doyasıya yaşayamamış, tatmin edilmemiş bir milliyetçilik duygusunun sonuçta başka uluslara karşı bir inkâr ve bastırma olarak ortaya çıkması kaçınılmaz. Bu yüzden ulusal aidiyet denilen şeyin enternasyonalist; enternasyonalizmi de ulusal farklılıkları zenginlik kabul eden bir bilinçle yaşamak... Önemli olan bu.